4 Haziran 2012 Pazartesi

Rezonans Gala Konserleri Dizisi

Santa Maria Klisesi'nde "Rezonans" grubunun gerçekleştirdiği Koro müziği konserine gittim. Böylece grupla tanışmış ve yaptıkları müzik hakkında fikir sahibi olmuş oldum. İyi ki orada bulunmuşum zira koro müziğinin lezzetini tatmış oldum. Öncelikle sizlere bu grup hakkında biraz bilgi vermek istiyorum.

2010 yılında kurulan "Rezonans", romantik ve çağdaş dönem odaklı bir dağarcık üzerine yoğunlaşıyor. Dünya literatüründeki eserlerin Türkiye prömiyerlerini yapmak, çağdaş dönem Türkçe eserleri uluslararası platformlarda seslendirmek ve literatüre yeni Türkçe eserler kazandırmak için bestecileri teşvik etmek, topluluğun amaçları arasında yer alıyor.

Grubun şefi, İTÜ Müzik İleri Araştırmalar Merkezi'nde müzik teorisi yüksek lisans eğitimini sürdüren ve araştırma görevlisi olarak çalışmaya devam eden, birçok ülkede konserler verip, KoroFest'in öncülüğünü yapan, klasik gitar ve şan dallarında ödüller alan Burak Onur Erdem isminde genç bir sanatçı.

Konser Repertuarında "Tomos Victoria"nın polifonik yazının önde gelen örneklerinden olan "O Magnum Mysterium", İngiliz besteci Purcell'in "Hear my prayer", Brahms'ın "Letztes Glück, Gottfried Wolters'in düzenlemesi ile meşhur Alman melodisi "Maria durch ein Dornwald ging", Fransız besteci Poulench'ın "Salve Regina", Urmas Sisask'ın 24 bölümlü dev eseri "Gloria Patri" (5 eserini seslendirdiler) "Surrexit Christus", "Omnis Una", Libera Me (Benim en çok hoşuma giden eser oldu. Akor çeşitlemeleri ve zikri andıran pasajları ile adeta bir ayin havasındaydı.) "Laudate Dominum", Lauridsen'in "O Magnum Mysterium", Avusturyalı besteci Franz Herzog'un "Kyrie", Cenan Akın'ın "Ben Seni Bulmuş İken" (Yunus Emre ilahisinin beste yapıldığı bu eser, özellikle beni etkilediğini belirtmek istediğim parçalardan bir tanesi)

Geriye kalan iki parça ise "Hasan Uçarsu"ya ait. Onun için özellikle bir parantez açma gereği duyuyorum çünkü "Akbank Sanat"da gerçekleşen "Rezonans" Söyleşi ve Açıklamalı Dinleti etkinliğine katılarak kendisi ile tanışma fırsatı yakaladım. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğretim görevlisi olan "Prof.Dr. Hasan Uçarsu"nun "Güzelleme" ve "Çocukların Son Sözü" (2011 yılında bestelediği yeni bir eseri)  isimli eserleri sona saklanmış olarak dinleyicilere sunuldu. "Çocukların Son Sözü" eseri dinlerken yaşadığım gerek hisler, gerek ise oluşturduğum imgelemler bakımından beni etkilemiş sözlere ve yoruma sahip bir beste olarak hem düşlerimde hemde kulaklarımda bıraktığı izle geceye nokta koyan eser olmuştu.

Türkiye'de koro müziği dinleme kültürü henüz tam anlamıyla yaygınlaşmayan bir alışkanlık. Koro müziği besteleri ise malesef çok az sayıda yapılıyor. Umarım halkımız sanatın her alanına yapması gerektiği gibi koro müziğine de ilgi duyan ve ona sahip çıkan bir ülke olarak daha güçlü, bilinçli ve estetik bir halde ilerleme yoluna devam eder. Koro müziği insanı rahatlatan ve huzur veren bir sanat, bugüne kadar takip edenlere ilgilerinin devam etmesini, henüz bu müzikle tanışmamış olanların ise umarım bir an önce koro müziğinin lezzetini keşfetmelerini temenni eder, hepinize sanat dolu günler dilerim..

29 Nisan 2012 Pazar

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski - Suç ve Ceza

Toplumsal bir yarar mı daha önemlidir, yoksa kişinin suçu mu? Gerçek suçlu, kişi mi? Yoksa kişiyi suça sürükleyen toplum mu? İşte Dostoyevski 19.yy da insanlığa bu soruyu sordu ve geriye “Suç ve Ceza” gibi bir miras bırakarak, her eserinde olduğu gibi bizleri yine zihnimizin düşünce derinliklerinde yolculuğa çıkardı.

Romanın başkahramanı Raskolnikov ekonomik zorluklar çeken, devamlı bir geçim kaynağı olmayan, Petersburg Üniversitesi’ndeki hukuk tahsilini parasızlık yüzünden yarıda bırakan bir gençtir. Rusya’ya batıdan gelen bazı fikir akımlarından etkilenen, iç çatışmaları yoğun olan birisidir. Raskolnikov’un düşüncesi tıpkı etkilendiği akımlarda ki gibidir. Bu fikir akımlarına göre, insanlar iki kısıma ayrılır: Yönetilmeye razı, sürü yığını insanlar ve kendi kanunlarını kendi koyan yöneticiler. Raskolnikov bu yönetici sınıfına ait olmak isteyen, kendisini diğer insanlardan üstün gören bir kişiliktir.

Annesi Alexandrovna ise kocasının az miktarda emekli maaşı ile geçinen bir kadındır. Kızı Dounia, daha sonra yüksek bir memur olan Luzhin ile nişanlanmış zeki ve neşeli bir kızdır. Sonya fakir bir ailenin dindar ve ahlaklı kızıdır fakat şartlar onu kötü yola düşürmeye mecbur bırakmıştır. Arkadiy Ivanoviç, Dunya’nın patronu, riyakâr, hırslı ve arzularının esiri olmuş menfi bir adamdır. Maria Petravno, Arkadiy’in ölen eşi. Dimitri, işsiz kalmış, ayyaş bir memur. Alyona Ivanovna, para hırsı ile yanıp tutuşan, kız kardeşi ile aynı evde yaşayan ve ona sürekli emirler veren yaşlı tefeci kadındır.
Raskolnikov yaşadığı maddi sıkıntılar yüzünden okulunu yarıda bırakmış olmanın verdiği psikolojik bozukluk ile birlikte, insanlar tarafından sevilmeyen, topluma zararı dokunan yaşlı kadını öldürmek için plan yapar. İlk başta bu düşünce kendisine yabancı gelse de yaşadığı içsel sorgulama sonucunda kararını verir ve tefeci kadının evine giderek yanında getirdiği balta ile onu öldürür. O esnada eve giren tefeci kadının üvey kız kardeşi ile karşılaşır, masum kızı öldürmek zorunda kalan Raskolnikov evden aldığı birkaç eşya ile kimseye gözükmeden dışarı çıkar.

Raskolnikov’un kız kardeşi dadılık yapmaktadır. Ev sahibi Svidrigailov ona sarkıntılık yapınca işten ayrılmak zorunda kalır. Luzhin isminde bir burjuva ile nişanlanır. Raskolnikov bu haberi gönderdikleri mektupta öğrenir. Kardeşinin kendisine parasal ve mesleki anlamda destek olması için o adamla birlikte olduğunu anlar ve engel olmaya çalışır ama mani olamaz.

Raskolnikov ara sıra Marmeladov’un kızı Sonya ile görüşür. Babasının ayyaş ve işsiz olması yüzünden Sonya kötü bir hayata düşmüştür.

Rodion (Raskolnikov) bütün bunlar yaşanırken öldürdüğü kadının vicdan azabı ile iyice bunalıma girmiştir. Bir gün borcu yüzünden karakola çağrıldığında içinde ki korku ve huzursuzluğu bir kez daha hisseder. Arkadaşı Razumihin’in odasında günlerce hasta yatar. Hastalığı sırasında geçirdiği sayıklamalar polis memuru Porfıy Petroviç’i şüphelendirir.

Rodion eniştesi ile kavga eder. Evlilik hazırlığında olmalarına rağmen Luzhin, Dunya’yı kovar. Dunya bu olaydan sonra Razumihin ile yakınlaşmaya başlar ve aralarında bir aşk doğar.

Polis Porfiy Petroviç araştırmaları sonunda Rodion’dan iyice şüphelenmeye başlar ve onu tekrar sorguya çeker. Bu sorgulama sırasında suçun işlendiği vakitte binada bulunan Nikolai, karakola gelerek cinayeti üstlenir. Rodion haklanmış gibi gözükse de bu yükün ağırlığına daha fazla dayanamaz ve içini dökme ihtiyacı hisseder. Sonunda işlediği cinayeti Sonya’ya anlatır. Sonya şartların zorlaması sebebiyle kötü yola düşmüş bir kadın olmasına rağmen son derece dindar ve ahlaklı bir kişidir. Raskolnikov’a suçunu itiraf etmesi için nasihatte bulunur. Bu olay yaşanırken polis, boyacı adamın suçsuz olduğunu anlamış ve Rodion’a cinayeti itiraf etmesi için nasihatte bulunur. Boyacı adam dindar bir insandır ve başkalarının günahını üstlenip acı çekerek sevap kazanacağını düşündüğü için cinayeti üstlenmiştir.

Bu arada Svidrigailov cinayeti Rodion’un işlediği öğrenmiştir ve Dunya’ya kendisi ile olması için şantaj yapar. Teklifini kabul ederse Rodion’u yurtdışına kaçıracağını söyler.  Hayvani arzularının kurbanı olmuş Svidrigailov’dan kurtulmak ve namusunu muhafaza etmek için tabanca ile kendisini korur ve Svidrigailov’u vurur. Svidrigailov, Dunya’ya hiçbir zaman sahip olamayacağını anlayarak intihar eder.

Raskolnikov artık her saniye beynini kemiren vicdan azabına dayanamaz ve suçunu itiraf ederek teslim olur. Sonya, Sibirya’ya sürgüne gönderilen Rodion’u serbest kalana dek bekleyecektir. Buna rağmen pişmanlığı devam eden Raskolnikov, Sonya sayesinde kendisini dine verir ve bu zor günleri Sonya ile birlikte gelecek hayalleri kurarak atlatmaya çalışır.

Dostoyevski eserini  “Yüreklerin sağır olmadığı bir dünyayı tasavvur ettim” diye açıklıyordu. Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar” ile zirvede yer aldığı bir dönemde, Dostoyevski karşısına “Suç ve Ceza” ile çıkarak eleştirmenler tarafından başköşeye oturtulmuş, daha sonra ki yıllarda da hep zirvede yer alarak ulaşılması güç bir eser bırakmıştır arkasında. Onun eseri sadece edebiyat alanını değil, Freud’in dile getirdiği üzere psikanaliz kuramının gelişmesi içinde önemli bir yer teşkil etmektedir.

Dostoyevski’nin yazdığı bu eser salt edebiyat değil aynı zamanda psikoloji ve kriminoloji sınırları içinde yer alır. Dostoyevski’nin ne denli bir deha olduğu görmek için sırf bu eseri okumak ve yorumlamaya çalışmak bile kâfi gelecektir.

27 Nisan 2012 Cuma

Sanal Sosyalleşme ve Beyinin Neokorteks Kısmı

Özellikle son yıllarda oluşan ve giderek artan bir merak söz konusu: İnsanların kendilerini beğendirmeye çalışma, reklamlarını yapma ve anlık bir ünlü olma merakı.

Sosyal paylaşım siteleri insanların bu isteğini karşılamak ve bireyin egosunu tatmin etmek konusunda adeta bulunmaz bir fırsat oluyor. Elbette bunu karşılıksız yapmıyor, özellikle facebook’un yaygın olarak kullanıldığı dünyada bu siteye üye olan her kişi 1.21 dolarlık katkıyı direk olarak karşılamış oluyor zaten. Sözde ücretini veren insanlar artık istedikleri gibi paylaşım yapma hakkını elde ettiğini düşünerek (Diğer insanlara küfür, hakaret ve taciz etmeyi bile hak sanan zihniyet) büyük bir heyecanla beğeni (Like) almayı bekliyorlar.

Gereksiz bir sosyalleşme içine giren kişi aslında sanal bir sosyalliğin insanı daha fazla yalnızlığa ve karamsarlığa sürükleyeceğinin farkında olamıyor. Sosyo-Statüsü düşük olan kişi kendisinden daha fazla imkâna sahip olan kişinin yaşam tarzının yansımasını bu gibi paylaşım sitelerinde görünce, hele birde oturmamış bir kişiliğe sahipse, kendisi o hayattan uzak kaldığı için karşı tarafa karşı bir hayranlık, belki kıskançlık ya da ismi her ne olursa olsun, onu görünce kişinin kendi hayatından duyduğu hoşnutsuzluk tekrar zihninde beliriyor. Listesinde bulunan kişilerin belki üçte ikisi ile hiç konuşmamış olan bu kişiler, tanımadıkları insanların hayatını uzaktan takip etmeye başlarken, ruh dengelerinin bozulması yukarıda da belirttiğim gibi sağlam bir karaktere sahip olmayan kişilerde ortaya çıkıyor.

Oxford Üniversitesi’nden Robin Dunbar’ın yaptığı araştırmaya göre insan beyninin neokorteks bölümünün en fazla 150 kişiyle sosyal ilişki kuracak kapasiteye sahip olduğu söylüyor ve bunun daha fazlasının mümkün olamayacağını yaptığı bilimsel araştırma ile ortaya koyuyor. Dunbar, bir kişi ne kadar sosyal olursa olsun arkadaşlık kuracağı kişi sayısı sınırlıdır diyerek sosyal paylaşım sitelerinin gerçeği yansıtmadığını belirtiyor.

Binlerce kişi ile arkadaş olan kişilere hiç değinmiyorum bile. Her gün üç arkadaşı ile buluşup sohbet etse (Bu yaşam şartları sebebiyle olanaksız) aynı arkadaşını bir daha görmek için aradan üç ayın geçmesi gerekecek. Peki… Beni üç aydan üç aya gören arkadaş ile benim ne işim olur?

Farz edelim bu kişiler aralarında bilgi alışverişi yaparak iletişimlerini sağlıyor, yani bir fikir menfaati ilişkisi söz konusu, ama bunun çok gerçekçi olmadığı açık, zira yapılan paylaşımların içeriğine baktığımız zaman, bilim, kültür, sanat vb… paylaşımların yok denecek kadar az olduğu, yapılanların ise kitleler tarafından rağbet görmediği gözlemci bir gözle bakıldığı zaman ortaya çıkıyor.
Geriye ne kalıyor? İnsanların kendisini tanıtma merakı ve bireyin kendi hayatına dair paylaştığı onca magazinsel dedikodular. Artık bu siteler tıpkı magazin programları içeriğine dönmeye başladı. Orada ünlü diye tanıtılan kişilerin özel hayatına gözler önüne serilirken, burada ise kişi kendi kendisinin hayatını gözler önüne sererek, arkadaş listesinin en gözde ve popüler kişisi olma yolunda hızla ilerlemeye çalışıyor.

Bu insanların yalnızlıklarının iç çekişlerinden başka bir şey değildir aslında. Herkes birbirinin aynısı olma yolunda ilerliyor. Düşünceler, davranışlar, sanki hepsi aynı kalıptan çıkmış gibi duruyor. İnsanın bu hayatta bende varım demesi, koca bir ömrü boşa geçirmemesi gerekiyor, lakin bunun için izlenecek yöntem bu olmamalı. Bu paylaşım siteleri bizim için büyük bir fırsat olmalı. Çünkü bu paylaşım ağları, kişinin sahip olduğu bir gazete ve bu gazete ile düşüncelerini herkese aktarabileceği bir mecra olarak algılanabilir. Şayet burada doğru, mesajı olan, anlam taşıyan paylaşımlar yapıp üstüne bir de kişisel yorumlarımızı, hayat felsefemizi, dünya görüşümüzü açıklarsak, işte o zaman hem kendimiz, hem hayatımız, hem de bu sitelerin asıl amacına layık davranmış oluruz. Öbür türlüsü son derece yapay, gereksiz ve söyleyecek sözü olmayan insanlara yakışan cinstendir. Umarım böyle bir hayatı seçen kişilerin içinde yer almazsınız…

18 Nisan 2012 Çarşamba

Toplu Taşıma Araçlarına Binememek!

Hemen hemen her gün toplu taşıma araçlarını kullanan sade bir vatandaş olarak yaşadığım zorlukları biraz olsun nezaket kurallarından nasibini almış ve çevresine saygılı olan her yurttaşın tahmin edeceğini düşünüyorum. Yazımın içeriğinde ki kişilerin ise beni anlamaya çalışacaklarını umut ederim.

Sosyal yaşamın daha kolay devam edebilmesi için bazı kurallar ve yasalar olmak zorundadır. Bu sözümün, bize ön görülen kuralları düşünmeden, kayıtsız ve şartsız bir şekilde oturup kabul edelim anlamında bir düşünce ürünü olmadığını sanırım söylememe dair gerek yoktur. Lakin insanların ortak olarak kullandığı kamu alanlarında belli başlı düzen mevcuttur. Yürüyen merdivenlerde sağ tarafın bekleme yapması, sol tarafın ise yürümeye devam etmesi gibi. Bu çok basit olan, çocukların bile anında kavrayabileceği bir yol düzenini halen anlamak istemeyen ya da uygulamamakta direnen kişiler mevcut. Umarım en yakın zamanda bu basit düzene ayak uydururlar. Düzenin hiçe sayıldığı her yerde olduğu gibi burada da karmaşıklık, kimin ne yapmaya çalıştığı anlaşılmayan bir düzensizlik meydana geliyor.

Metro, Metrobüs gibi araçlar ise adeta bir işkence olarak her günümüzü perişan etmeye ve sinir katsayımızı arttırmaya devam ediyor. Aslında olay çok basittir: Önce inenlere yer verilir daha sonra binecek olanlar araca binip gitmek istedikleri yere ulaşmak için yola çıkarlar. O kadar anlaşılmaz ki bu, metroda sürekli anons yapılır: “ Önce inenlere yer veriniz” diye… Bu basit anonsun kalabalık zamanlarda her durakta tekrar etmesi “ algımızda bir sorun mu var acaba”  diye düşünmeme fırsat tanıyor. Kendi yaşadığım ama sanırım herkesin her gün yaşadığı şu olay meşhurdur: İçerisi bir hayli kalabalık olan aracın üzerine bir de havasızlık eklenir ve yolcular perişanlık halinde inecekleri durağın gelmesini bekler. Durak uzaktan gözümüzde belirmeye başlayınca, gördüğümüz insan yığını kaçınılmaz olarak tekrar edecek küçük bir ezilme fakat ezilmeden daha vahim olan saygısızlığın bize karşı kullanılacağının belirtisi olarak zihnimizde şekillenir. Tabi bu olaya kadınların yaşadığı son derece ahlaksız ve insanlıkla uzaktan yakından alakası olmayan taciz gibi cahilliğin doğurduğu bir eylemi hiç katmıyorum bile. Sırf bunun için kalabalık toplu taşıma araçlarını tercih eden insanların olduğunu bile düşünüyorum. Bu olay artık saygısızlıktan daha ileri bir boyuttur, çünkü saygısız insan bunun saygısızlık olduğunu bilmez ya da kabul etmez. Doğal olarak bu onun için normal bir davranıştır fakat öbür tarafta bilinci olarak işlenen bir namussuzluk söz konusudur. Konuyu dağıttığımı düşünmeyin zira taciz olayı açtığım başlığın altında ki sorunlar ile doğrudan ilgilidir.

Araç durdu kapılar açıldı! İşte ben bu noktayı şöyle ifade ediyorum: O an kendimi zırhını ve kılıcını kuşanmış bir savaşçı, karşı tarafı da aynı şekilde mevcut olan düşman ordusu… Neden böyle bir izlenim bırakıyor bende? İnen kişi olarak karşı tarafın bunu görmezden gelmesi ve onlarında aynı hırsla içeri doluşmak istemesi bizi çarpışmaya itiyor ve her iki tarafta büyük bir azim ile amaçlarına ulaşıp, kaleyi ele geçirmeye çalışıyorlar. Burada kale binecek olanların oturacakları koltuk, inecek olanların ise yetişmeye çalıştıkları bölge. Aslında her iki tarafın da sahibi yok ve her kesim için kendi alanını ele geçirmek son derece kolayken, en fazla üç saniye bekleyip sağlıklı bir şekilde hedefe varmaktansa kavga etmeyi, yaralanmayı tercih ediyorlar. Bu uğurda akıtılan onca terin son derece gereksiz olduğunu, ihtiyaç olan tek şeyin üç saniyelik sabır olduğunun farkında olan herkes bilir. Zaten bütün mesele insanın farkında olması değil mi?

Basit gibi gözüken bu sorunlar toplumun davranış biçimidir ve bu olayların kahramanları günlük hayatın başka alanlarında daha farklı şekilde eylemlerine devam etmektedir. Sadece toplu taşıma araçlarının sıkıntısı olarak düşünülüp alanı kısıtlamak kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramaz. Bu insanlar toplum içine karışmaya başlayınca aynı eylemlerini bu kez farklı şekillere bürünüp yaşıyor (yaşatıyorlar). Bu örnekler yüzlerce biçimde çeşitlendirilip sunulabilir. Toplumun her alanında büyük bir saygısızlık, sabırsızlık ve tahammülsüzlük var. Bunların aksini yapanlar ise dikkat çekiyor ve azınlık olarak kaldıkları için ya onlara benzemeye ya da yok olmaya yüz tutuyorlar. Eğer biz “Böyle gelmiş böyle gider” düşüncesinin esiri olursak, ilkelerimize ihanet etmiş oluruz. İlkelerine ihanet eden insan ise uzaktan kumandalı bir robot olmaktan öteye geçemez…

9 Nisan 2012 Pazartesi

Anton Çehov - Martı

Martı: Çarlık Rusya’sının yıkılmaya yüz tuttuğu bir dönemde, sanayileşme ve kentleşmeye ayak uyduramamış küçük bir burjuva sınıfının, ataletsizlik, can sıkıntısı ve mutsuzluk içinde geçen kıvranışlarını anlatmaktadır.

Önce oyun karakterlerini tanıtmak sanırım kafa karışıklığını önlemek için yararlı olacaktır. Oyun, Sorin’in çiftliğinde geçer. Sorin, Arkadina’nın abisidir. Arkadina ise eskiden meşhur bir oyuncu olan ve hala kendisi ile övünen aktris, aynı zamanda yazar olma hayalleri kuran tiyatro aşığı Treplev’in annesidir. Oyunda ki karakterlerin en büyük ortak noktası, sanat meraklarıdır. Nina, oyuncu olmak isteyen, zengin bir çiftlik sahibinin kızıdır, fakat ailesinden gizli olarak tiyatro oyunculuğu yapar. Şomrayev ise emekli teğmen ve Sorin’in çiftliğinde kâhyadır. Andreyevna, Şamrayev’in karısı. Maşa, Şamrayev ve Andreyevna’nın kızı. Boris Alekseyeviç, doktor. Medvedenko, öğretmen. Yakov, uşak ve bir de aşçı ile hizmetçi kız vardır.

Oyun dört ana karakter olan, Arkadina, Treplev, Nina ve Trigorin’in sanatsal ve romantik çatışmalarının etrafında geçer. 4 perdelik bu oyunu tek tek ele alarak çözümlemenin anlaşılırlığı kolaylaştıracağını düşündüğüm için bu anlatım yoluna başvurmayı tercih ediyorum.

1. PERDE
Sorin’in ünlü bir oyuncu olan kardeşi Arkadina ve oğlu Treplev kısa bir tatil için malikâneye gelir. Malikâne sakinleri, Treplev’in yazdığı deneysel oyunu izler ve oyun içinde oyun gerçekleşir. Nina burada “Dünyanın Ruhunu” oynar. Fakat Treplev’in bu oyunu, Dorn dışında kimse tarafından fazla beğenilmez, özellikle annesi onunla dalga geçer ve oğlunun gururunu kırar. Bu durumda Treplev annesine karşı büyük bir kızgınlık duygusuna kapılır. 1. Perde de karakterlerin aşkları da ortaya çıkar: Öğretmen Medvedenko, Maşa'yı, Maşa karşılıksız şekilde Treplev'i, o ise Nina'yı sever.

2. PERDE
Arkadina ile Şamrayev kavga ederler daha sonra ikili oradan ayrılır. Nina gezinirken, Treplev vurduğu martıyı ona getirir. Nina bu durumdan tedirgin olur, o sırada Treplev, Trigorin’in geldiğini görünce kıskançlık duygusuna kapılır ve orayı terk eder. Ünlü ama fazla kültürlü olmayan daha çok popüler içerikli yazılar yazan Trigorin’e, Nina şöhretli biri olmanın nasıl bir duygu olduğunu sorar. Bu sahnede Nina’nın, Trigorin’i gözünde ne kadar büyüttüğünü fark ediyoruz. Vurulmuş olan martıyı gören Trigorin, yazacağı kısa öyküde bu martıyı nasıl kullanacağını anlatır ona ve bu martı gibi hür ve özgür olan genç kızın günün birinde tanışacağı adam yüzünden tıpkı bu martı gibi hayatının mahvolacağını söyler. Trigorin’in bu öykü fikri oyunun sonlarına doğru somut bir gerçeğe dönüşerek Nina’nın hayatı ile doğrudan bağlantı kuruyor. Bu esnada Arkadina, Trigorin’i arayarak fikrinin değiştiğini, kısa sürede dönmeyeceğini söyler. Nina bu durumdan memnun olur, Trigorin, Nina’nın yanından ayrıldıktan sonra, Nina onun alçakgönüllülüğü ve şöhretinden büyülenmiş bir şekilde iç geçirerek ona karşı aşk ve hayranlık duymaya başlar.

3. PERDE
Arkadina ile Trigorin malikâneden ayrılmaya karar verirler. Perde arasında Treplev intihara kalkışmış ama kurşun kafasını sıyırdığı için kurtulmuştur. Nina kahvaltı sırasında Trigorin’e ona olan bağlılığının sembolü olarak madalyonu hediye ederken, kitaplardan birinde geçen “Bir gün hayatıma ihtiyacın olursa onu gel ve al” cümlesini ithaf ederek ona olan duygularını açıkça belli eder. Trigorin eşyalarını toplamak için içeri gider o sırada Arkadina ile Sorin arasında tartışma olur ve Sorin bayılır. Medvedenko ona yardım ederken, Treplev annesinden bandajını değitirmesini ister, bu kez anne ile oğul arasında, Treplev’in, Trigorin’i kötülemesi sonucu kavga çıkar. Arkadina, Trigorin’e aşıktır ve oğlunun onunla bu şekilde konuşmasına izin vermez. Treplev ağlayarak odayı terk eder. Trigorin, Arkadina’ya malikânede kalmak istediğini söyler ama Arkadina onun hoşuna gidecek güzel sözlerle onun ruhunu okşar ve ikna eder. Çaresiz kalan Trigorin bunu kabul eder. Nina son kez vedalaşmak için Trigorin’in yanına gelir ve ailesine rağmen oyuncu olacağını ona söyleyerek tutkulu bir şekilde öpüşüp yakın zamanda Moskova’da görüşmek üzere plan yaparlar.

4. PERDE
Aradan 2 yıl geçer. Maşa, Medvedenko’nun evlenme teklifini kabul etmiş ve 2 çocukları olmuştur. Ancak hala Treplev’ olan duygularını yok edememenin mutsuzluğu içerisindedir. Bu arada karakterlerin aralarında geçen konuşmadan Nina ile Trigorin’e ne olduğunu anlıyoruz. Trigorin ile Nina evlenmiş ancak Trigorin onu terk etmiş ve tekrar Arkadina ile birlikte olmayı tercih etmiştir. Nina ise başarılı bir aktris olamamış ve küçük bir tiyatro grubu ile turnelere giderek yaşamını devam ettirmeye çalışıyordu. Treplev ‘in ise yazdığı öyküler bazı dergilerde yayınlanıyor ancak giderek artan bir depresyonu büyük problemlere yol açıyordu. Sorin’in ise sağlığı iyice kötüleştiği için malikâne sakinleri Arkadina’ya telgraf çekerek onun geri dönmesini istiyordu. Treplev odasında olduğu sırada Nina arka kapıdan girer ve Treplev’e son 2 yılda başından geçenleri anlatır. Treplev ona hala aşıktır ve burada kalması ister ancak Nina bunu kabul etmez çünkü bağlı olduğu tiyatro topluluğu ile sözleşmesi vardır ve turneye çıkması gerekir, zaten onca olan olaylara rağmen Nina hala Trigorin’ aşıktır ve bunu Treplev’e söyler, daha sonra odayı terk eden Nina, Treplev’i tekrar yalnızlığı ile baş başa bırakır. Treplev büyük bir umutsuzluk içinde yazdığı bütün yazıları yırtar. Bu esnada malikâne sakinleri aşağıda kendi aralarında oyun oynarken yukarıdan bir silah sesi patlar. Treplev kendini vurmuştur!

Oyundan her biri problemli olan karakterlerin ortak özelliği yalnızlıkları, içine düştüğü mutsuzluk ve eylemsizlikleridir. Oğlunun bugüne kadar yazdıklarını dair okumayan duyarsız bir anne olan Arkadina, kendisine gerçekten aşık olan Treplev’i istemeyerek şöhretinden etkilendiği yaşça kendisinden büyük olan Trigorin’e ilgi duyması ve onunla Moskova’da evlenmesi Nina’nın bize şöhret ve güce olan merakını gösteriyor. Nina burada genç bir Arkadina figürü aslında, fakat ne onun kadar yetenekli ne de onun kadar zeki bu yüzden de onun ulaştığı noktaya ulaşamadan yok olup gidecek bir özenti olarak beliriyor karşımızda. Özenti olmasının sebebi Trigorin’i olduğundan çok daha fazla övmesi ve gözünde büyütmesinden kaynaklanıyor. Trigorin ile gitmek istemesinin altında belki de onun şöhretinden yararlanma ve daha hızlı bir şekilde yukarıya çıkma arzusu olabilir. Treplev ise Trigorin’in aksine daha deneysel ve sanatsal çalışmalar yapma arzusu duyan idealist bir genç lakin günümüzde olduğu gibi bu tarz içerikler halk tarafından kolay kolay anlaşılmadığı için çok fazla prim yapan biri olamıyor ve tüketim toplumu olan dünya okurken zorlanmadığı, kafa yormadığı yazarları tercih ederek bu kişilerin çok para ve ün kazanmasını sağlıyor. Sadece Edebiyat alanında değil sanatın her alanında değer taşıyan yapıtlardan çok popüler olanın tercih edilmesi Treplev ile Trigorin arasında ki olası bir karşılaştırmanın popüler olanla sanat olan arasında ki karşılaştırma ile yakın ilgisi olacağını düşünüyorum. Zira Trigorin’in ünlü olması çok zeki ya da önemli eserler yazıyor olmasından değil halkın beğenisine hitap edecek eserler yazmasından kaynaklanmakta. Hepimiz günümüzde ki halk ve sanat anlayışına bakarak bu durumu analiz edebilir ve onlarca örnek sunabiliriz.

19. yy’in sonlarına doğru feodalizmin can çekişleri altında, Çehov’un kaleme aldığı bu eser, günümüz insanın; şöhret merakı, yalnızlığı, yüzeyselliği, cahilliği, eylemsizliği, tembelliği, yaşlılığa ve ölüme duyduğu korkusu, güce olan tapınması gibi duyguları ile yakından ilgili olması sebebiyle, 21. Yy’e önemini kaybetmeden ulaşmasını sağlıyor. Çünkü insan var olduğundan beri sorunları hiç değişmemiştir. Bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen güncelliğini kaybetmeyen bu oyun ile Çehov'un ne derece evrensel bir yazar olduğunu bir kez daha görüyoruz ...

4 Nisan 2012 Çarşamba

Black Mirror

Sıkı bir dizi takipçisi olduğum söylenemez, dizi seçerken ince eleyip sıkı dokurum. “Channel 4” kanalında yayınlanmış, İngiliz dizisi olan Black Mirrror son zamanlarda izlediğim en güzel dizilerden birisiydi. Birbirinden bağımsız 3 bölümden oluşan bu mini-dizi, birinci bölümü saymazsak her ne kadar bilimkurgu temalı olsa da içerik olarak sizi rahatsız edecek kadar gerçekçi bir konuya sahip.

Birinci bölüm The National Anthem ile ikinci bölüm 15 Million Morits, Charlie Brooker tarafından yazılmış ayrıca ikinci bölümde yazarlık sıfatıyla Kanaq Hug ona eşlik etmiştir. Üçüncü bölüm The Entire History of You ise Jesse Armstrong imzası taşıyor. Bunun yanı sıra her bölümde yine farklı yönetmenler tarafından çekilmiş. Otto Bathurst birinci bölüm, Euros Lyn İkinci bölüm ve son olarak Brian Welsh ise 3. Bölümün yönetmenliğini üstlenmekte. Her bölüm değişen oyuncu kadrosunu görünce şaşırmayın zira onlarda farklı oyunculardan oluşmakta.

Dizinin içeriğine gelince, birinci bölümde bir İngiliz prensesi kaçırılıyor ilk başta kafamızda para ya da özel bir istek karşılığında fidyeciler tarafından kaçırıldığı fikri gelse de kısa bir süre sonra durumun şeklinin çok daha başka ve ilginç olduğunu görüyoruz.  Gönderilen kaseti izleyen bakanlar durumu hemen Başbakana haber veriyor ve içinde yüzü maskeli bir adamın, prensesin yanında mesaj ilettiğini, amacının para olmadığını isteğinin tamamen Başbakana yönelik olduğunu söylüyor. Eğer prensesin yaşamasını istiyorsa canlı yayında bir domuzla cinsel ilişkiye girmesini aksi takdirde Prensesi öldüreceğini ifade ediyor. İlk başta komik gibi gelse de aslında seyirci olarak trajik bir durumla karşı karşıya kalıyoruz ilerleyen zamanda. Başbakan böyle bir şeyin olmayacağını ve derhal onun bulunması gerektiğini bu kasetin ise medyadan gizli tutulacağını söylese de, bu söylemi boşa çıkıyor zira görüntü çoktan sosyal paylaşım sitelerine yollanmış ve milyonlarca kişiye ulaşmıştır. Halk önce Başbakanı destekleyerek böyle bir durumun onur kırıcı olduğunu ve kabul edilemez olduğunu düşünse de, Prensesin parmağının kesilip, (Bölümün sonunda bu eylemin aslının daha farklı olduğunu görüyoruz) sanal âleme gönderilen görüntüsünü izlediklerinde durumun ciddi olduğunu, insan hayatının hepsinden önemli olduğunu ve Başbakanın cinsel ilişkiye girmesinin doğru olduğunu ifade ediyorlar. Bir tarafta insan hayatı bir tarafta halkın baskısı onun bu durumu kabul etmesini sağlıyor ve yapılan araştırmalar, baskınlar sonuç vermeyip suçlu bulunamadığı için, kendi gururunu ve karısının karşı koyuşlarını hiçe sayarak canlı yayında bu ilişkiye giriyor ve bütün halk önce bundan zevk alsada onun çaresizliğine tanık olunca bundan üzüntü duymaları kaçınılmaz oluyor elbette.

Bütün bu olaylar bize şu gerçeği anlatıyor; ne kadar güçlü olsak, ne kadar sosyal statümüz yüksek bile olsa bazen öyle çaresiz durumlarda kalabiliriz ki ne paramız nede gücümüz bize yardım edebilir. Koskoca Başbakan sonunda oturup hüngür hüngür ağlayarak, bizlere insanın bulunduğu konum ne kadar güçlü olursa olsun yine de mücadele veremeyeceği, karşı koyamayacağı durumların olduğunu ve bazen hiçbir şeyin olması gerekenin önüne geçemediğini anlatıyor. Bu dizinin başrolü domuz belki de sadece bir sembolden ibaret. Hayatın karşı konulamaz gerçekleri bu kez domuz olarak simgeleştirilerek anlatılmış olabilir, en azından benim bakış açım bu yönde…

İkinci bölüm ise Kapitalizm ile birlikte mekanikleşen dünyamıza eleştirel bir bakış açısı sunuyor. Gelecek zamanda insanların bisiklet pedalı çevirerek puan kazandığı ve bu puanları para niyetine kullandığı bir yaşam şekli anlatılıyor. Bir grup insan, bilgisayarlar ve ileri teknolojinin olduğu bir mekânda doğallıktan uzak bir hayat sürerek yaşarlar. Yedikleri yemekten, yaşadıkları odaya kadar her şeyin tamamen yapay ve natürellikten uzak olması kulağa son derece sıkıcı geliyor sanırım. Hayatları boyunca bu şekilde yaşamaya mahkûm olan bu insanların tek kurtuluş yolu ise daha fazla puan biriktirmek ve o puanlarla yarışma programına katılarak şöhret olmak.

Her gün bu şekilde monoton ve aynı geçerken, başkahraman bir gün kendisi gibi olan bir kıza ilgi duyar. Onun şarkı söylerken sesini duyan genç adam, biriktirdiği bütün puanlarını ona vererek ses yarışmasına katılmasını ve bu hayattan kurtulmasını teklif eder. İlk başta itiraz eden kadın daha sonra teklifi kabul ederek yarışmaya başvurur. Uzun zaman orada bekleyen insanların olmasına rağmen o güzelliği ile hemen dikkat çeker ve bir anda kendisini jürinin önünde bulur. Söylediği şarkı ve güzelliği ile kendisine hayran bırakan genç kıza jüri erotik filmlerde oynamasını ve bu şekilde çok para ve şöhret kazanacağını söyler. Kız önce buna karşı çıksa da daha sonra kolay yoldan para kazanma ve şöhret ona cazip gelerek teklifi kabul eder. Adam âşık olduğu kadının böylesine bir işe evet demesinin üzüntüsü ile kahrolur ve daha fazla pedal çevirerek puanlarını biriktiremeye, sonucunda ise jüri karşısına çıkarak intikam almaya karar verir.

Aradan zaman geçer ve gerekli puanı toplayan adam kendisini yarışma programında bulur. Yarışmaya katılan herkese önceden bir içecek içirilir, fakat adam bunu içerde içtiğini söyleyerek kabul etmez. (Bu içeceğin içerde itaat etme güdüsünü sağladığı ve karşı koyma yetisini yok etmeye yarayan bir madde olduğunu düşünüyorum) İlk başta dans Show’u yapan adam kısa bir süre sonra arkasına sakladığı camı çıkararak boğazına dayar ve onlara kendisini dinlemesini emreder. Hakaretler ve küfürler yağdırarak sisteme başkaldıran adamdan etkilenen jüri bu sefer ona bir televizyon programı sunmasını için teklif sunar. Kadın için geçerli olan durum adam içinde geçerli olur ve o da kolay ve rahat para kazanma ihtirasına karşı koyamayarak bu teklifi kabul eder.  Artık her ikisi de pedal çevirme işine son vermiş, bolca para kazanan ve eleştirdikleri sisteminin içine nüfuz etmiş kişiler olarak karşımıza çıkarlar.

Bütün bu yaşananlar, insanlara sanki bir eşya gibi kaba ve hoyratça davranan, bireyin duygularını ve onurunu ayaklar altına alarak sadece çarkın dönmesi için mücadele veren sistemin başında ki güçlü isimlerin maddesel zenginlikler kazanmak için her yolu mubah gördüğü ve kendisine isyan eden kişileri de aslında kolaylıkla içine nasıl çekebilecek güce sahip olduğunu gösteriyor. Günümüzde yapılan yetenek yarışmaları; insanların şöhrete, popüler olmaya olan merakları değil midir? Aslında burada olduğu gibi onların kokuşmuş zihniyetlerine zincir vurmaya çalışmak isteseler de zincir vurulan sonunda yine kendileri oluyor. Bir esaret ve tutsaklıktan başka bir köleliğe geçiş yapmak kurtuluş yolu olarak zihinlerde yer alıyor. Statüler değişse bile değişmeyen tek olgu kölelik rejimidir. Başta bulunan kişilerin zaman içinde devir dâhim yaparak yerini yeni isimlere bırakması alt tabaka için bir anlam ifade etmeyerek, onlar aynı sistemde her gün ölmeye mahkûm kalmaktan başka bir şey yapamıyor. Burada genç adam itaat içeceğini içmeyerek, içerde o konuşmaları yapsa bile kısa süre sonra doğal seleksiyonu ile boyun eğerek insanın ne denli aciz olduğu ve güçlünün altında kısa süreli bir güç edinmeye meraklı olduğunu bir kez daha gösteriyor bize. Kısa süreli olmasının nedeni, isimler zaman içinde eskir ve güç sahipleri tarafından milatları tamamlanarak yerini yenilere bırakır. Zararlı olan, eşyaların mekanik hale gelmesi ya da teknolojinin ilerleyerek bize bin bir olanaklar sağlaması değil, şüphesiz çok çeşitlilik ve insanların zengin olması bizim savunduğumuz bir nokta. Asıl önemli olan; insan beyinlerinin robotlaşmadığı, bireyin hak ve özgürlüğünün çiğnenmediği, kişiye bir madde gibi değil, bir insan gibi davranıldığı dünya yaratmak…

Gelelim dizinin 3. Ve son bölümüne… Evli bir çiftin üzerinden, kadın ve erkek ilişkilerine, rahatsız edecek derece de gerçekçi yaklaşmış bir bölüm olarak bizi etkilemeyi başarıyor. Kulaklarının arkasına yerleştiren çip sayesinde, geçmişte yaşadıkları bütün hatıraların, burada depolanarak istenildiği zaman akbile benzer bir cihaz aracılığıyla adeta televizyon izler gibi tekrar görselleştirerek izlenmesini sağlıyor. Geçmiş ilişkisini kocasından saklayan bir kadın, eski sevgilisi ile kendi evlerinde yemek yerler. Kocasına, arkadaşı olarak tanıttığı bu adamın tavırlarından şüphelenen erkek onları masada gözlemlemeye başlar. Konuşulan her cümleden, yaptıkları jest ve mimiklere kadar beynine kaydeden bu adam gittikçe huzursuzlaşmaya başlar. Nitekim gecenin sonunda bu görüntüleri izleyen adam, karısını yanına çağırarak onunla konuşmak ister. Kadın geçmişte 1 haftalık ilişkim oldu dediği adamın o gece masada ki adam olduğunu fark eden kocası tarafından sorguya çekilir ve o adamın bir yıl ciddi ilişki yaşadığı eski sevgilisi olduğunu kocasının da baskısıyla itiraf eder. Yersiz bir kuruntu yaptığını anlatmaya çalışsa da kadın, onun masada eski sevgilisine olan bakışları ile kocasına olan bakışları aslında her şeyi bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyordu. Nitekim adamın, kocası yokken onunla ilişkiye girdiğini ima eden sözleri ve kadının buna gülümseyerek karşılık vermesi pek tabi doğal olmayan ve şüphe gerektiren davranışlardı. Hararetli bir tartışma sonucunda her şeyi itiraf eden kadın, yine yalanlar söyleme devam ederek, onunla yaşadıklarını çipten sildiğini söyler fakat adam haliyle buna da inanmayarak görüntüleri göstermesini ister, işin aslı çok geçmeden anlaşılır çünkü kadın eski sevgilisiyle olan her anı kayıt altına almış ve onu unutamadığını belli etmiştir. Kocası, içinde cinsel ilişkilerin de olduğu bu görüntüleri ona zorla sildirdikten sonra adamında yanına giderek karısıyla bütün yaşadıklarını depoladığı görüntüleri küçük manyetik cihazdan, tehdit ederek sildirir. Nitekim adamın içi artık biraz olsun rahatlamış ve aldatılmanın verdiği acı ile karısının ona sürekli yalanlar söylemesinin yükü belki de her şeyin gün yüzüne çıkmasıyla birlikte biraz olsun hafiflemişti.

Bu bölüm benim en gerçekçi bulduğum seri oldu. İlişkilerde söylenen yalanların üzeri – kuruntu yapıyorsun, - psikolojin bozuk gibi küçültücü sözcüklerle kapatılmaya çalışılıyor. Beşer insan yaptığı ahlaksızlıkları, yalanlarla bertaraf etmeye çalışıp kendisini suçsuz bir melek gibi tanıtmaya tıpkı bu kadın gibi çok meraklıdır. İşin acı yönü ise bunda birçok kez başarılı olarak, karşısında ki insanın bütün iyi niyeti ile ona açtığı kalbini büyük bir zevkle parçalayıp bir daha asla eskisi gibi olmayacak olan kırılmış bir vazo gibi etrafa saçtıktan sonra, büyük bir vahşilikle karşısında ki kişinin o kırık cam parçalarının üzerinde yürümesini de şüphesiz büyük bir zevk ve iştahla izliyor. Kimse gerçekten tam olarak masum değildir. Ortada bir problem varsa, onun neden o şekilde düşündüğü anlamaya çalışılarak, hangi tavırların ona bu izlenimi bıraktığı, seviyeli bir şekilde konuşularak netleştirilmelidir. Aksi takdirde ortada bir yalan olmasa dair, onur kırıcı sözcükler şüphesiz karşı tarafın daha fazla şüphe duymasına, akabinde her iki tarafında huzursuz olmasına meydan verir. İkili ilişkilerde söylenen büyük ya da küçük yalanların ilerde koca bir buz kütlesine dönüşmesi ve kaptanı olduğumuz geminin o buz dağına çarpıp batması kaçınılmaz olarak bizi bekler.

Öyleyse sahtekârlıktan, yalandan fayda gelmeyeceğini, er ya da geç hakikatin ortaya çıkacağını bilerek yaşayalım. Burada bir kadının ihaneti, ikiyüzlülüğü ve haksız olduğunu bildiği halde kendisini ısrarla haklı gösterme çabası var. Aslında bu tavır sadece bu konuya has değil, hayatımızın her alanında birbirimize karşı göstermiş olduğumuz tiksindirici riyakârlıklarımızın, başka bir sıfatla karşımıza çıkması olarak tanımlanabilir.

Hepimiz hayatımızı gözden geçirelim ve nerede hata yaptığımızı, benlik duygumuz yüzünden kaç insanın canını yaktığımızı düşünelim. Kendimize objektif bakıp, empati yaparak yaşamımızı sürdürürsek hayat daha dürüst ve yalansız olacaktır. Ve ne kadar yalansız yaşarsak da o kadar iyi bir dünya bizi bekleyecek…

16 Mart 2012 Cuma

Türkiye'de yabancı dil eğitimi ...

“Bir lisan, bir insan, iki lisan iki insan” gibi son derece popüler bir söylem vardır. İnsan olmanın gereksinimleri elbette başka unsurlarla ölçülür. Bizim üzerimize düşen, insanları kültürlerinden dolayı değil ne derece ahlaklı yaşadığına bakıp değerlendirmek. (Ahlak soyut bir kavram ve kişiden kişiye değişiklik gösterebilir, ama benim ne demek istediğimin anlaşıldığını düşünerek detaylara inmeyeceğim) Bu sözde verilmek istenen mesaj, evrensel bir insan boyutuna gelebilmek ve sürekli devinim halinde olan dünyanın hızına ayak uydurup onu takip edebilmek.

Türkiye’de eğitim sistemi her zaman tartışılmış ve bir türlü rayına oturamamış halde kör topal ilerlemeye çalışmaktadır. Eğitimin tartışılacak onca noktası var ki hangi birini çözmeye çalışacağız bunu kestirmek gerçekten çok güç ve işimiz bir hayli zor doğrusu.

Eğitimin eksikliği bir yana dursun, var olan içerik bile yetersizdir. Bunların içinde en büyük yeri ise yabancı dil konusuna veriyorum. Çünkü bu problem sadece ülkemizin içinde ki sorun olarak kalmıyor, bizim yurtdışında ki olanaklarımızı da engelleyip, kısıtlanmasına olanak veriyor. Özellikle devlet okullarında haftada 2 ya da 4 saat olarak verilen sözde İngilizce eğitimi “What is your name” den öteye maalesef geçemiyor.

İlkokulda başlayıp, lisede son bulan zorunlu eğitim boyunca tekrar tekrar aynı kalıplar öğretilerek, seviye 1’den öteye gidilemiyor. Üniversiteye gelindiğinde ise hazırlık sınıfı okunmadıysa (Okuyan kişilerin bile çoğunun bırakın yurtdışında yaşayacak  seviyede olmayı,  altyazısı olmayan orijinal bir filmi bile anlayacak kapasitede olmamaları içler acısı bir durumdur) ilkokul seviyesinden farksız bir dil bilgisine sahip olarak mezun oluyorlar. Durum böyle olunca tabiri caizse Edirne’den öteye geçemeyen bir kitle ile karşı karşıya kalıyoruz. Bilgisini pazarlayamayan, kendini gösteremeyen ve değişen teknoloji, bilgi, haber kaynaklarından yoksun halde kalan gençlik,  yabancı kökenli bir vatandaşın çok gerisinde kalarak içe kapanık bir bilgi yapısına dönüşmüş oluyor.

Mikro gibi gözüken bu problem yığın halinde diğer gençlerinde üzerine bir sis gibi çöktüğü için, durum ülkeyi yakından ilgilendiren toplumsal bir sorun haline gelmiş oluyor. Ülke olarak çağın çok gerisinde kalmamız kaçınılmaz olarak bize geri dönüş yapıyor.

Sizlere çok basit bir örnek vermek istiyorum; Romanya’dan, Türkiye’ye “Erasmus” için gelen üniversite öğrencisi, kendi dili dışında 2 yabancı dil daha bildiğini ve ülkelerinde bunun zorunlu eğitim olduğunu belirtip herkesin aynı konumda olduğunu söyledi. Bu küçük örnek bile bizim eğitim konusunda ne denli geri kaldığımızı gözler önüne seriyor.

Kendi dilimizi özenle konuşup, ona gerektiği değeri vermek birinci vazifemiz olmalı. (Anadilimiz konusunda bile çok zayıf bir seviyede olmamız yürüyecek çok yolumuz olduğunu gösteriyor) Daha sonra ise olabildiğince yabancı dil öğrenmek bizim için zaruri bir ihtiyaç olmalı.

Bunun için devlete çok büyük bir görev düşüyor. Güçlü yasalarla okullarda başta İngilizce olmak üzere, dilin gelişmesini zorunlu hale getirmeli. Hatta lise sonunda mezuniyet için yabancı dil sınavının olması gerektiğini dair düşünüyorum. Her lise mezunu, okuldan ayrıldıktan sonra birer yabancı dil öğrenmiş olarak çıkmış olursa şüphesiz ülkemizin gelişimi açısından çok önemli olacaktır. Ayrıca devlet açacağı kurslarla yabancı dil öğrenimini teşvik etmesi ve yoğunlaştırması, geniş kitleye ulaşmasını sağlayacaktır. (İsmek gibi halk eğitim merkezlerinde çeşitli yabancı dil kursları var, lakin yaptığım araştırmaya göre 1. ve 2. Seviyeden sonra kurlar yapılmıyor ve yine ilkokul seviyesinden öteye geçilememiş oluyor) Zira, özel eğitim merkezlerinde verilen derslerin fiyatlarının son derece uçuk olması, geniş bir halk kesiminin bu imkândan yararlanmasını engelliyor.

Özel okullarda ki öğrencilere baktığımız zaman, her birinin lisan konusunda donanımı olduğunu görüyoruz. Ve bu kişilerin bir ayağı her zaman yurtdışında olmakla birlikte, her türlü yabancı kaynaktan da faydalanabiliyor. Devlet üniversitelerini her zaman özellere göre ön planda tutmuş birisiyimdir. Ayrıca Devlet okullarında ki eğitimin daha ciddi olduğunu düşünüyorum. Lakin söz konusu yabancı dil olunca biraz geride kaldığı gün gibi açık şekilde karşımızda duruyor. Bu konuda özellerle yarışır konuma gelmesi, her kesimin ilerleyebilmesi açısından önemli olacaktır.

Bu konu son derece ciddi ve evrensel bir mevzudur. Temennim eğitimde ki bu boşlukların bir an önce doldurulması ve gençlerin tam donanımlı şekilde okullardan mezun olarak, ülkelerine en iyi şekilde hizmet etmesi. Başta yetkili makamlar olmak üzere, konunun muhatapları umarım en yakın zamanda eğitimde köklü bir reforma gidip, sistemde ki onlarca soruna çözüm bularak, güçlü bir yapıya kavuşmamızı sağlarlar.

Bizim görevimiz bunları demokratik yollarla dile getirmek, geri kalanı ise devlet yetkililerinin ilgi alanına girer. Ama unutmayalım ki her konuda olduğu gibi burada da en büyük iş kendimizde bitiyor.  Öğrenmeye, araştırmaya, bilgiye aç bir birey olursak üstesinden gelemeyeceğimiz zorluk yoktur.

14 Mart 2012 Çarşamba

Futbol ve Terör

Sporun her türlüsü insan beynine ve fiziğine büyük katkı sağlar. Gerçekleştirdiğimiz fiziki aktiviteler, bedenimizin daha zinde ve güçlü olmasını sağlayarak bize çeviklik kazandırır ve üzerimizden hamlığı atarak enerji kazanmamızı sağlar, bu da gündelik hayatımızı kolaylaştırarak, hızlı akan günümüz yaşantısında, spor yapmayanlara göre bizi avantajlı duruma sürükler.

Sporun başlıca faydalarını yukarıda belirtip (Fitness - Body gibi ilgi alanlarımın olduğunu ve aktif olarak sporla ilgilendiğimi yazmayı da gerekli buluyorum) ne denli faydalı olduğunun bilincinde olduğumu ve sporla herhangi bir problemimin olmadığını belirtmek isterim.

Gelelim asıl konumuza. Dünya’da yüzlerce spor türü var ama futbol ve onun ilgilileri her zaman açık ara önde olmuştur. İlgili gibi masum bir ifade kullandığıma bakıp futbolu bu denli hafife aldığımı düşünmeyin, zira olay ilgiden çok daha öteye geçmiştir.

Mesleği ne olursa olsun her kesimin takipçiliğini kazanmıştır futbol. Önemli olan bu alakanın boyutu ve geldiği noktadır. Maalesef bugün tribünleri dolduran yâda dışarıda kalan çok büyük bir kitle “fanatizm” gibi tehlikeli bir akıma kapılmıştır. Statta var olan o geniş kalabalık yığını tamamen çoğunluk psikolojisine uyarak, bu sporu icra eden futbolcu ve maçın kontrol mekanizması olan hakemlere, bunların da birer insan olduğunu ve duygularının var olduğunu görmezden gelerek, çok ağır küfür ve hakaretler içeren tezahüratlar yapmaktadırlar.

Senelerdir “Mecidiyeköy ”de ikamet eden biri olarak (Malum “Ali Sami Yen” Stadyumu geçen seneye kadar burada bulunmaktaydı, şimdi ise yıkılarak yeni bir oluşumun içinde inşaat halinde beklemekte) Bizzat benimde içinde bulunduğum bazı çirkin olaylara tanık olmuşumdur. Yol da insanları çevirip “Sen hangi takımlısın?” gibi son derece basit bir aklın eseri olan bu soru, yaşanan onlarca olay içinden seçtiğim sadece bir örnek. Bu kişilerin yaşça çok büyük olması, bana akıl yaş ile değil baş ile olur gerçeğini bir kez daha hatırlatmıştır) Belki bende onların desteklediği takıma sempati duyuyordum ama bunun hiç biri önemi yoktu zira tam terside pek tabi mümkün olabilirdi. Kişinin, kendi taraftarı olduğu takıma mensup olmayan kişilere karşı nasıl vahşi olabileceğinin en büyük kanıtıdır aslında bu soru.  Bu da futbolun çok da masum olmadığı gösterir bizlere. (Futbolun kendi içinde bir piyasa haline gelmesi, çok büyük paraların dönmesi ve buna bağlı olarak şike, tehdit gibi durumların yaşanması, olayı iyice vahim ve sporun dışına iten etkenler olarak özetler ama ben işin o tarafına girmeyeceğim ve sosyolojik yönünü kendi gözlemlerimle anlatacağım) Cinayet, kavga, şiddet, öfke ve kin gibi duygular futbolun içinde var olan gerçeklerdir. Bütün bunlar aslında teröründe tanımı olduğuna göre futbol değince benim aklıma spordan çok üzülerek belirtmek istiyorum ki terör terimi geliyor.

Bütün bunların başkahramanı erkekler olarak görünse de durum pek de öyle değil, en azından işin küfür kısmına gelince. Son çıkan yasayla birlikte kadınlara ve çocuklara ücretsiz müsabaka izleme imkânı verilmiştir. Bu imkân bize şunu açıkça gösterdi ki yinede küfürün önüne geçilemeyeceğini. Çünkü bunların önlenmesi ceza-i yaptırımlarla değil (Elbette caydırıcı etkisi vardır ama gönül ister ki herhangi bir ceza olmadan kişinin doğrudan kendine yakıştıramamasından kaynaklanan engelleme olsa) kişinin kendi ahlaki değerleri ile olabilecek kavramdır. Örnek vermek gerekirse; "Beşiktaş İnönü Stadını" dolduran binlerce kadın küfür etmiş ve bu medyada nerdeyse hiç ilgi görmemiştir. (Kolektif olarak gerçekleşen bir eylem olmadığı için, bu durum gözümüze çok masum gözüküyor sanırım) Yani futbolun içinde erkek olmasa da şiddet vardır. (Küfürü psikolojik şiddet olarak gördüğümü belirtirim)

Görsel ve yazılı basının futbol dışında (Çok büyük bir başarı elde edilmediyse) herhangi bir spor alanı üzerine haber ayırmaması sorunun bir başka tarafı olarak karşımıza çıkıyor. Aynı Dil-Din ve Irk mensubu kişilerin, söz farklı takımların taraftarlığına gelince birbirlerine karşı nasıl canavarlaştığı; “Futbol halkın afyonudur” cümlesini kurmama olanak veriyor. Geçmişe baktığımız zaman tarihin de futbolu çok sevdiğini görürüz. Örnekle açıklamak gerekirse; "Beşiktaş İnönü Stadyumu" "Abdülmecid" döneminde Tiyatro binasıyken (Dolmabahçe Saray Tiyatrosu) bütçe kısıntısı nedeniyle kapatılmış, daha sonra çıkan yangında ise kullanılamaz hale gelmiştir, ilerleyen tarihler de ise yetkililerin burayı restore etmek yerine, yıkarak yerine futbol sahası yapması, futbolun kültür miraslarımızı yok ettiği ve başta kişisel olmak üzere toplumun aydınlanmasının da önüne geçtiğinin en büyük kanıtıdır. Görülmektedir ki futbol bizim kültür gelişimimizde engelleyen bir icraattır.

Aşırı futbol fanatikliği, bir ait olma isteği, herhangi bir çatının altında varlığını kabul ettirme çabası ve benimde bir görüşüm, zevkim ve tercihim var diyerek sosyalleşmenin en kolay ve kestirme yolu olarak düşünülerek psikolojik bir vakanın ortaya çıkardığı sonuçtur. (Futbol ile ilgilenmediğim için çoğu kişiyle sohbet edemediğimi bilirim. Bunun altında ise; aşırı fanatik kesimin, genelde başka bir ilgi alanına merak duymamaları ve bunun da bizim ortak pir paydada birleşmemizi engellemesi yatar.)Oysa kendimize ve Dünya’mıza faydalı uğraşları benimsememiz daha mantıklı ve karlı olacaktır. Futbolu ise gerçekte olduğu gibi sadece spor olarak düşünüp bir eğlence anlayışı olarak değerlendirmemiz, hem kendimizin ruh sağlığı hem de toplumun huzuru ve gelişimi açısından daha faydalı olacaktır.

Son olarak belirtmek isterim ki; İnsanların ilgi alanına ve zevklerine karışmak ne benim haddime düşer nede üzerime vazife. Sadece şunu söylemek isterim; her alanda olduğu gibi burada da aşırılığa kaçmadan, kontrolü kaybetmeden, hoşgörü ve barış anlayışının egemenliği ile şiddetten uzak bir tutum sergileyip, seyir eylemimizi gerçekleştirmek…

11 Mart 2012 Pazar

Türk Ailesi ve Ataerkil düzenin temelleri ...

Türk ailesi ve onun yarattığı ataerkil toplum düzeninin kaynağı aslında çok eskilere, çocukluk dönemimize kadar uzanır. Bu evrede aile bireylerinin çocuğun bilinçaltına yolladıkları bilgiler onun kişilik oluşumunda büyük yer kaplar.

Dünya görüşümüz, iyi-kötü algımız ve değer yargılarımız belirli bir olgunluğa eriştikten sonra şekillenmeye ve daha sonra tamamıyla bir resim haline gelip değiştirilmesi güç bir tablo olarak benliğimizde yerini almaya başlar. Bunun oluşmasında okuduğumuz kitaplar, birlikte olduğumuz arkadaşlar (Bana arkadaşlarını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim atasözünü bütünüyle olmasa da çoğu zaman doğru bulmuşumdur) Sosyo-Ekonomik konumumuz, toplumsal olaylar ve şartlar olmak üzere geniş ve kapsamlı bir oluşumun sonucunda elde edilir. En büyük payın ise kişinin kendini geliştirebilmesi, yaşamın, gerçekte-özde olan kavramlarını bünyesine sindirebilmesi ve bunu hayatına uygulayabilmesi yolundan geçtiğini düşünüyorum. (Kendini geliştirmekten kasttım elbette bilgi olarak düşünülebilir ama bütün olarak bunu kast ediyorum dersem düşüncemi yanlış ifade etmiş olurum, tıpkı büyük Türk düşünürü, Mutasavvıf halk şairi “Yunus Emre’nin dediği gibi; “Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep, dediler ilim geride, illa edep illa edep.” İşte edep en az ilim kadar önemli olmalı hayatımızda)

Buraya kadar insanın birey olarak var olduktan sonra göstereceği tutumun nedenlerinin nereye kadar uzandığını kısaca anlatmaya çalıştım.(Yaptığım açıklama çok yüzeysel ve dar bir anlatımdır oysa bahsi geçen konu çok derin ve detaylı şekilde ele alınmalı, fakat ben yazımın konusunun dışına çıkmak istemediğim için bu görüşlerimi burada noktalıyorum)
Şuan hangi konumda olursak olalım, hepimiz bir zamanlar çocuk olduk ve ailemizin bizi istediği şekilde yönlendirmesine izin vermek zorunda kaldık. Türk ailelerini batı ailelerinden ayrı bir yere koyuyorum (Sahiplenme bizim çekirdek aile yapımızda daha yaygındır fakat bunun dozu, çocuğun kişilik gelişimi ve özgüveni açısından iyi ayarlanmalıdır) fakat eleştirilecek birçok yönü olduğunun bilincinde olarak, kız-erkek çocukları üzerinde gösterdikleri tutuma değinmek istiyorum.

Dölün ana rahmine düşmesi ve kadının artık bir anne adayı olduğunun öğrenilmesiyle birlikte evde tatlı bir telaş ve heyecan başlar. Yavrularını kucaklarına alma arzusu giderek artmaya devam ederken, bu dönemde cinsiyet fazla düşünülmez ve yeter ki sağlıklı olsun fikri ön planda tutulur (Bazı kesimlerde maalesef bu tam tersi şekilde işler ve erkek çocuk soy devamı olarak nitelendirildiği için tercih edilir) Çocuk Dünya’ya geldiğinde cinsiyeti üzerinde pek durulmaz ve cinsel kimliği o an için önemsiz bir detay olarak kalır. Çocuk büyümeye başladığında, cinsel uzvu belirginleşip kimlik kazanacak seviyeye ulaştığı anda ailenin devreye girmesi de kaçınılmaz bir son olarak karşımıza çıkar. İşte tam bu noktada bilinçaltına (Ailenin eğitim seviyesi ve davranışları çocuğun gelişmesinde çok önemli yer tutar) Eğer çocuk erkek olarak Dünya’ya gelmiş ise aile büyükleri büyük bir gururla onun cinsel uzvuna övgüler yağdırmaya başlayarak adeta onu kutsallaştıracaktır. Amcalar, Dayılar, Abiler ve tabi baba, çocuğa penisini göstermesi için talimat verecek ve aile fertleri çok ilginç bir olaya şahit olmuşlar gibi bu “an”a kilitleneceklerdir.(Bu kadar yetişkin insanın bir araya toplanıp bundan haz duyması bana hep komik gelmiştir)

Çocuk yetişkin oluncaya kadar bu eylem defalarca tekrar eder ve bilinçaltına şu mesaj yollanır; Erkek penisi ulu orta gösterilecek bir organ ve bende buna sahibim öyle ise bende doğuştan gelen ve çıplaklık yoluyla kazanılmış bir özgürlük, rahatlık söz konusudur. Bu onu ilerde baskıcı bir erkek olarak var edecek ve üzerine sanki ateşten bir gömlek gibi geçip başta kendisi olmak üzere etrafını yakan bir zihniyet olarak toplumda kabul görecektir. Tekrar çocukluk dönemine dönersek, bu kez: Yengeler, Halalar, Teyzeler, yani evin kadınları erkek çocuğu ön planda tutup “Sen ilerde çok can yakarsın” gibi korkunç ve gelecekte bütün kadın-erkek eşitsizliğinin temelini oluşturan cümleyi ağızlardan çıkartacaklar ve çok zaman geçmeden erkek kendini otorite konumuna getirecektir. (Kız ve Erkek kardeşlere baktığımız zaman erkeğin üstünlük taslaması ilk olarak evin içinde kardeşe karşı başlar) Böylece kadın kendi elleriyle ve diliyle ataerkil bir toplum düzeni yaratmaya başlar. Basit ve masum gibi görünen bu cümlenin altında şu anlam yatar; Sen ilerde olabildiğince kızla birlikte olacaksın ve onların duygularını hiçe sayarak tamamen kendi zevkine teslim olacaksın. (Kızlar, potansiyel av, erkekler ise avcı sıfatına ulaşmış olur böylece) Evin kadınlarından bunu duyan çocuk, olabildiğince çok kadınla birlikte olmanın gurur ve üstünlük kaynağı olduğunu düşünür ve kendini buna inandırır. Kadın artık cinsel bir obje olarak bireyin beynine henüz çocuk yaşta kazınmıştır. Daha öncesinden evin erkeklerinden penisini göster lafını işiten çocuk artık iyice rahatlamış ve dört bir yandan vizesini almıştır. Bu da gelecekte yaşanan aldatmalar, kadına karşı işlenen cinayet-şiddet (Erkekler henüz çocuk yaşta kendini kadınlardan üstün görmeye başladıkları için olası bir itaatsizlikte ona şiddet uygulamayı bir görev ve hak olarak niteleyecektir.) çok eşlilik (Erkek kaynaklı) gibi toplumsal ve ailesel facialarının zeminini hazırlayan etken olarak karşımızda dev bir kütle gibi belirir.

Kız çocuklarına gelince, onlar küçük yaştan itibaren saklanmış, gizlenmiş, ayıp gibi kavramlarla susturulmuş, psikolojik bakımdan ezilmiş kişiler olarak yetiştirilir ve bunu zamanla kendiside benimseyip, sindirmiş olarak toplum içine karışır ve yaşamına devam eder. (Aksi olsa bile erkek egemen toplumda derhal susturulacaktır)Kadınlara burada düşen en büyük görev ise kendilerini eğitip, fiziksel ve psikolojik olarak geri planda kaldıkları erkeklerin önüne, bilgileri ve kültürleri ile çıkmaları. Cehaletten arınmış, ilim ile beslenmiş bir kişinin önünde hiçbir gücün duramayacağı somut bir gerçektir. Ataerkil sistem ancak bu şekilde yok edilebilir. Kadınların kendilerini erkeklere karşı korumasını, kadını sadece cinsel eğlence aracı olarak gören erkeklere karşı uyanık olup ilişki tercihlerini belirlerken fazlasıyla dikkat etmeleri ve bu konulara önem vermeleri gerektiğini, gelecekte yaşayacakları olası bir travmanın önüne geçebilmek adına belirtmeyi kendime bir görev olarak görüyorum. Unutmayalım ki ilkelerine bir kez olsun ihanet ettikleri takdirde zaten gerisinde kaldıkları erkeklerin ezici bir ambargosu ile karşılaşacaklardır. (Kadınlık en kutsal ilkedir, bunun hakkının verilmesinin, ona uygun yaşanmasının önemini belirterek kadın olmanın asilliği üzerine vurgu yapıyorum) Güçsüz duruma düşen kadının pederşahi toplumun içinde kendini bulması kaçınılmaz bir son olarak karşımıza çıkacaktır.

Son olarak; gerek Polijiniyi, gerek Poliandriyi son derece tehlikeli buluyor, (Bunlar toplumun çürümesine yol açan iki büyük terimdir) Monogamiyi destekleyerek, Pederşahinin, Maderşahinin olmadığı, Modern-Eşitlikçi Demokratik bir toplum düzeni hayal ettiğimi belirterek yazımı noktalıyorum ...

8 Mart 2012 Perşembe

İnsan haklarına inat yaşasın organizma hakları ...

Belki başlığımın ismi size ilginç, belki de saçma gelmiştir ama hemen ön yargılı olmayın derim. 21. Yy’ da Ulus-Devlet anlayışından çok, birey hakları ön planda tutulur ve insan özgürlüğü onun temel hak ve hürriyetleri göz önünde bulundurulur. (Geri kalmış ülkelerde tam tersi durum söz konusudur ama biz burada olması gereken üzerinden yorum yapıyoruz)
İnsan doğası gereği düşünen, akıl sahibi (En azından öyle olması beklenir, fakat günümüzde tablo tam tersi bir şekilde karşımıza çıkabilir, bunu görmek için günlük hayatta kısa bir gözlem yapmak yeterli olacaktır) bir varlık olduğu için canlı türünün en üst sınıfı olarak kabul edilir: adeta kutsallaştırılır, yani canlı türleri içinde bir hiyerarşik düzen mevcut bunun en üstün haklarından da homo-sapiens türü nasibini alır. Tabi hiyerarşik düzen insan türünün içinde de katmanlara ayrılır ve çeşitli sınıflara bölünür, yani tam bir eşitlik söz konusu olamaz. (Bu ayrı bir tartışma konusu olduğu için şimdilik buna değinmeyeceğim)

Asıl anlatmak istediğim konu ise doğada var olan milyonlarca organizmanın hak ve hürriyetleri ne olacak? Onların yaşama haklarını kim savunacak? Dili olmayan ve dertlerini anlatamayan bu canlılar birleşip kendilerini savunmaya kalkışacak bir platformun içinde bulunmadıklarına göre (Vahşi yaşam koşullarında varlığını sürdüren canlıların fiziksel gücünden bahsetmiyorum elbette, zira o insanoğlunun vahşiliği karşısında lafı bile edilemeyecek kadar gerekli olan bir korunma içgüdüsü ve doğa kanunudur) onların haklarını da çok güçlü ve üstün olarak gösterilen insanların savunması gerekmez mi? Yoksa burada da bir çeşit sosyal -  darwinizm anlayışı mı söz konusu? Biz daha iyi şartlar altında yaşayacağız, zenginleşeceğiz, rahatlık içinde varlığımızı sürdürüp bolluk ve refah ile günümüzü gün etmek için (Kişisel menfaat ve benlik anlayışı) doğadaki canlılara eziyet edeceğiz ve bunun adına modern yaşamak diyecek kadar da duyarsız ve acımasız bir zihniyetin eseri olan bir dünya inşa edeceğiz, bununla da büyük bir gurur duymaktan hiç utanmayacağız.

Geçmişte yok olan çeşitli hayvan türleri yine bizim bitmek bilmez ihtiyaçlarımız için yok olmadı mı? Tükenmekte olan onlarca canlı türüne ne demeli? (Dünya Doğayı Koruma Birliği'nin (IUCN) 2006 raporu, insan kaynaklı suistimaller sonucu 784 türün dünya üzerinden tamamen yok olduğunu ve 16.119 hayvan türünün tükenmekte olduğunu göstermekte. Sadece 2006'da listeye 530 türün eklenmiş olması canlı türlerinin ne büyük bir tehdit altında olduğunu gösterir.) bu durumda en masum olanımız bile birer cani ve katil değil mi? Yoksa “aman nasılsa onlar hayvan bize hizmet etmek için varlar” düşüncesine mi hakimsiniz sizde? Bana kalırsa bu duyarsız davranış ile bir insanın evine hırsızlık için girip karşılaştığı ev sahibini öldürdükten sonra kaçan bir mahlûk arasında pek bir fark yoktur. Her ikisi de aynı derecede merhamet özelliklerini kaybetmiştir. Sadece hayvanlardan bahsettiğimi sanmayın; bitkiler, toprak, taş, kaya, güneş vs. bütün bunlarında yaşamda aynı derecede hakları vardır ve insanlara bu hakları çiğnemek gibi bir hak verilmemiştir. Hepsine aynı derecede sevgi ile yaklaşmak gerçek insana yakışan davranış olacaktır. İşte insan gerçekten özel bir varlıksa ancak bu özelliği ile özel kılınmalıdır.

Sokakta yürürken kendisine hiçbir zararı olmamış (Zaten nasıl bir zarar verebilir ki yada boyutu ne olabilir?) masum bir kediye, toplumda yer edinememiş ezik ve looser kişiliği yüzünden tekme atıp geçen yaratığa mı insan deyip onun haklarını savunacağız? (Toplumda bu tip insanların sayısı maalesef azımsanmayacak kadar çoktur) yada horozları midesi biraz daha şişsin, dünyevi zevklerden daha fazla nasibini alsın diye vahşice dövüştüren insanların hakları mı savunulacak? Başka bir örnek vermek gerekirse; İspanya’da ki boğa güreşleri tartışılabilir … Ben bu geleneği halen anlayabilmiş değilim. Bir hayvana eziyet etmek nasıl eğlence anlayışı olabilir ve her sene tekrarlanır? Dünya ise buna sanki normal bir olaymış gibi bakar ve TV’lerde her yıl o dönem gelince büyük bir yankıyla adeta gözümüze sokup normalleştirirler, bunları anlamak gerçekten bana çok zor geliyor. Peki, insan kendinde bu yetkileri nereden buluyor? Sanki yaşam sadece onlara verilmiş bir armağan geri kalanlar ise yok edilmesi gereken bir meta yığını. Sadece bunlarda değil; ağaçları ateşe veren, ormanları rant sağlamak için yakan, bitkileri öldüren kişilere hiç değinmiyorum bile, hepsi eşit derecede işlenmiş birer cinayettir!

İnsanlık büyük bir hızla acımasızlaşmaya devam ediyor, artık kendi türünü yok etmek dahi ona yetmemeye başladı ve doğada nefes alan her canlıyı öldürmeyi - parçalamayı kendine bir görev olarak benimsedi. Temennim insanlık içinde bulunduğu bu acımasız ve vahşilikten bir an önce kurtulsun. Hoşgörü, saygı ve adaletin kollarına bıraksın kendini. Unutmayalım ki insanlık kendini bir şekilde savunabilir ama bu güçsüz varlıklar insanın merhametine muhtaçtır. (Doğada ki organizmalara şefkatle yaklaşan birinin zaten insanlığa zarar vermesi mümkün olamaz) Onlara yardım etmeyi kendimize bir yük olarak görüyorsak en azından zararda vermeyelim ve doğanın akışına müdahil olmayalım.

Yazımın son cümlelerini sizlerle paylaşırken, kalbinizden merhamet eksik olmasın diyor ve konuyla alakası olduğunu düşündüğüm için, Dostoyevski’nin “Bir ağacın önünden onu sevmeden, onun var oluşundan mutluluk duymadan geçilebileceğini aklım almıyor” sözünü paylaşıp yazıma son veriyorum. Hepinize daha yaşanabilir bir dünya dilerken bunun için her birimize büyük bir sorumluluk düştüğünü de hatırlatıyorum…

Sevgiler…

7 Mart 2012 Çarşamba

Çok kadın hiç kadındır ...

İstanbul Devlet Tiyatrosu oyunlarının sıkı bir takipçisiyim desem abartmış olmam herhalde, DT’nin oyunları ve oyuncuları her zaman beğenimi kazanmıştır, içerik olarak klasik ağırlıklı bir çizgi izlemesi ve oyuncularının kaliteli ve meslekte saygınlık kazanmış kişilerden oluşması bunda büyük etken sanırım…

Bugün çağdaş bir oyun tercih ettim izlemek için, “Cezmi Ersöz”ün 2007 yılında yazmış olduğu “Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk” oyununu, Küçük Sahne’de izledim. Tek perdelik oyun, tüketim çağı olan dünyamızda ilişkilerinde artık hızla yaşanıp hızla bitmesini ve bunun hayatımızı aslında nasıl yalnızlaştırdığı üzerinde duran bir oyun. “Kürşat Alnıaçık”ın tek başına sergilediği muhteşem oyunculuk performansının üstüne modern dans eğitimi almış olmanın estetikliği ile yer yer konuşmaları görsel figürlerle ifade etmesi salonda ki herkesi etkiledi.

Oyun, sevgililer gününde gelmeyen bir sevgili ve adamın kendisiyle, geçmiş ilişkileriyle olan hesaplaşmasını anlatıyor diyebiliriz kısaca. Yaşadığı kısa süreli ilişkiler, aldatmalar, sadakatsizlik ve iç hesaplaşması, pişman olmak gerçekten değişmekten kolay mıdır? Diye soruyor bize…

İlişkilerinde davrandığı tutum yüzünden sürekli terkedilmeye mahkum kalan bir adam, sonunda Elif isminde bir kadına aşık olur, fakat ilgisiz, kıymet bilmez tavırlarının cezasını çok acı bir şekilde üstelik özel denilen bir günde ödeyecektir. Bunalımın eşiğinde bu adam gerçekten aşık mıdır? Yoksa kadın karşılıksız bir şekilde onu sevdiği için mi adam kendini aşık hisseder? Aşk yoğun bir duygu patlaması mı? Bir ait olma isteği midir? Birazda bunu soruyor oyun bize, bu soru elbette herkesçe değişen bir tanım bulacaktır kendi içinde, ne olursa olsun ben bir erkeğin gözyaşlarını her zaman kutsal bulmuş ve hafife alınacak bir durum olarak görülmesinin karşısında olmuşumdur.

Oyunda ise pişmanlık, gözyaşı, kendiyle yüzleşme ve aşk var. Üzen, üzülen, tüketen bir adamın sonunda kendi tükenmişliği ve yıkımı duruyor karşımızda. Herkesin benliğinde bir şeyler bulacağı bir oyun olduğunu düşünüyorum, çünkü her birimiz yalnız ve mutsusuz, en azından hayatımızın bir döneminde bu duygulara kapılmışızdır, daha kötü olan ise kalabalık içinde yalnız olmak… Bu oyunda işinde başarılı entelektüel bir yazar olan Sinan, sosyo –ekonomik olarak yüksek sınıfta bulunmasına ve etrafında onca insan olmasına rağmen yalnızlıktan, (bana sorarsanız kişisel tavırları sebebi ile) kurtulamamış bir adamın öyküsü…

Son olarak yazar, “ hayatın neresinden dönersen kardır” deyip henüz 29 yaşında intihar eden şair “Nilgün Marmara ”ya da selam yollamadan edememiş. Zaman zaman seyircinin arasından çıkan, sokaklarda yaşayan, alkolik ve yalnızlığın somutlaştırıldığı karakter ile kısada olsa rolü bulunan “İsmail Kavrakoğlu”nun adını vermek elbette gerekli olacaktır, fırsat bulduğunuz zaman bu anlamlı oyunu gidip görmenizi tavsiye ederim.

Sevdiğiniz kadar sevilmeniz dileklerimle…

Ölüm Tarlası ...

Evet… İsmi kulağa ürkütücü gelse ve bir film izlemek için heyecan verici olsa da içeriğin bu kadar vahşi olmadığını belirtip ön bir giriş yapayım. Bugün vizyona giren yeni bir filmi izledim. Klasik bir Amerikan polisiye izlenimi bırakmasına rağmen yaşanmış bir olaydan alıntı olması beni sinemaya çeken bir etken oldu.
 
Texas Eyaletinde 2 dedektif; Mike Souder (Sam Worthington), Brian Heigh ( Jeffrey Dean Morgan) kadın kurbanların bedenlerini çalılıklara atan bir seri katilin izini sürerler. Bulunan 60 kadın cesedi vardır, fakat katil bu kez yön değiştirerek kendilerini izleyen dedektifleri hedef almaya başlar.

Son olarak; Kasabada yaşayan ve ailesi ile sorunları olan “Anna” isminde küçük kız katiller tarafından kaçırılmış ve kurban konumuna gelmiştir. Polisler küçük kızı adeta zamanla yarışarak kurtarmaya çalışırken beklenmeyen bir olay olur ve dedektif “Brian” ortadan kaybolur. Küçük kızı öldürmek isteyenler şüpheli konumda olan katiller mi? yoksa başka birileri mi? İşte burada tam bir karmaşıklık söz konusu olmaya başlar ve işler iyice düğümlenmiş bir hale gelir.

Mike küçük kızı kurtarabilecek mi? Brian kim tarafından hedef haline geldi? Yoksa ortada başka katiller mi var soruları, izleyici olarak kafamızda dönüp dururken bir anda kendimizi filmin sonunu merakla bekler haldeyken buluyoruz.

Amerika’da ekim ayında vizyona giren “Teksas Ölüm Tarlası” aslında bize şu mesajıda verip düşünmemizi sağlıyor; Avcıyken av olmak mümkün mü? Bana sorarsanız bu ikisi birbirine çok yakın iki kavram, kimin av kimin avcı olduğu hiçbir zaman bilinemez, tıpkı bu filmde olduğu gibi, kendinizi avcı olarak görürken bir anda av konumunda olabilirsiniz ve bunu fark ettiğiniz anda yapacak hiçbir şeyiniz kalmamış olur… “Ami Canaan Mann”ın yönetmenliğini yaptığı bu filmin; Gerçek bir olaydan esinlenilmiş olması ve sıkmadan kendini izletmesi sebebiyle, görülmesi gereken bir yapım olarak ön plana çıkıyor.

Herkese İyi Seyirler...

4 Mart 2012 Pazar

Anlamıyorum ...

İşte bu kelime ile başlıyordu film, belkide hayatın çözümsüzlüğünün dışavurumuydu bu. Japon sineması ile ne derece ilgilisiniz bilmiyorum ama hasbelkader sinemaya ilgi duyanların bile mutlaka bildiği bir isimdir; “Akira Kurosawa”… Yazımın başlığını oluşturan kelime ise sinemanın dehası olan bu adamın “Rashomon” filminden.

Sene 1950, 2.Dünya savaşının hemen ardından, ustanın dönemin şartlarına göre son derece başarılı olan, siyah – beyaz bir filmi “Rashomon”

“Ryunosuke Akutagawa”nun aynı ismi taşıyan öykü kitabından senaryolaştırılan bu film, insanın kendi çıkarları uğruna nasıl günaha batacağını anlatıyor. Ben (Ego) duygusu insan var olduğundan beri onu bir canavara dönüştürmüştür. Kendi günahını örtüp, menfaatleri için suçunu başkalarının üzerine yığıp kendini adeta suçsuz bir melek gibi göstermek, iki ayaklı canavar olan insana özgü bir davranış olduğu bilinen bir gerçek. Bu film ise tamda bu saydıklarımı görselleştiriyor diyebilirim.

Masako Kanazawa (Machiko Kyo), kocası Takehiro Kanazawa (Masayuki Mori) ile ormanda ilerlerken haydutluğu ile nam salmış Tajomaru (Toshiro Mifune) ile karşılaşırlar. Haydut, adamı kandırarak onu ağaca bağlar, kocasının önünde kadınla birlikte olur ve adamı öldürür, işte olay bundan sonra başlar. Kadın tecavüze uğradı mı? Adamı gerçekten haydut mu öldürdü? Bütün bunlar tam bir bilinmezlik içinde cereyan eder ve düğüm gittikçe körleşmeye başlar. Haydut, kadın, Ormancı (Şahit) ve adamın ruhu (medyum aracılığıyla) verdikleri savunmada her biri olayı kendine göre yorumlayarak anlatır ve ortaya 4 farklı senaryo çıkar…

“Kurosawa”nın yardımcıları bu senaryoyu ilk okuduklarında anlamadıklarını söylerler, usta ise onlara bir kez daha okumalarını belirtir, çünkü senaryo bize doğrunun soyut olduğunu, herkesin kendine göre değiştirebileceğini ve tam anlamıyla bilmenin güç olduğunu ifade eder…

Teknik, Kurgu, Açı, Kadraj, jilet gibi kayan kamera anları, “Kurosawa”nın ne denli büyük bir yönetmen olduğunu bize gösteriyor. Japon müzikleri yerine, Otantik Arap melodilerini andıran müzikler ise ilginç bir hava bırakmış filmde. Ayrıca; “Kurosawa”nın meşhur yağmur sahneleri bu filmde yine etkileyici bir rol oynamış. Yönetmenin, çekimlerden önce oyunculara vahşi hayvan belgeselleri izletmesi, dövüş sahnelerinde onları insandan çok birer hayvanmış gibi resmetmesi, Homo-Sapiens türünün tinsel boyutlarına inmek istemesinden kaynaklanmış olabilir diye düşünüyorum. (Özellikle haydut’ un genele yayılan hal ve hareketleri insandan çok uzak bir tutum sergiler) 

İnsanın; yalancılığı, egosu, zaafları ve hayvani dürtüleri üzerine kurgulanmış başarılı bir yapım, film bittiğinde ise içimizde küçük bir umut kalıyor insanlık adına. İnsanın insan ile yüzleşmesi için bir fırsat olarak görüyor ve izlemeyenler varsa aranızda, mutlaka tavsiye ediyorum. Fakat şunu belirtmekte yarar görüyorum ki filmi günümüz penceresinden değil, dönemin şartlarına göre izleyin.

Herkese iyi seyirler…