29 Nisan 2012 Pazar

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski - Suç ve Ceza

Toplumsal bir yarar mı daha önemlidir, yoksa kişinin suçu mu? Gerçek suçlu, kişi mi? Yoksa kişiyi suça sürükleyen toplum mu? İşte Dostoyevski 19.yy da insanlığa bu soruyu sordu ve geriye “Suç ve Ceza” gibi bir miras bırakarak, her eserinde olduğu gibi bizleri yine zihnimizin düşünce derinliklerinde yolculuğa çıkardı.

Romanın başkahramanı Raskolnikov ekonomik zorluklar çeken, devamlı bir geçim kaynağı olmayan, Petersburg Üniversitesi’ndeki hukuk tahsilini parasızlık yüzünden yarıda bırakan bir gençtir. Rusya’ya batıdan gelen bazı fikir akımlarından etkilenen, iç çatışmaları yoğun olan birisidir. Raskolnikov’un düşüncesi tıpkı etkilendiği akımlarda ki gibidir. Bu fikir akımlarına göre, insanlar iki kısıma ayrılır: Yönetilmeye razı, sürü yığını insanlar ve kendi kanunlarını kendi koyan yöneticiler. Raskolnikov bu yönetici sınıfına ait olmak isteyen, kendisini diğer insanlardan üstün gören bir kişiliktir.

Annesi Alexandrovna ise kocasının az miktarda emekli maaşı ile geçinen bir kadındır. Kızı Dounia, daha sonra yüksek bir memur olan Luzhin ile nişanlanmış zeki ve neşeli bir kızdır. Sonya fakir bir ailenin dindar ve ahlaklı kızıdır fakat şartlar onu kötü yola düşürmeye mecbur bırakmıştır. Arkadiy Ivanoviç, Dunya’nın patronu, riyakâr, hırslı ve arzularının esiri olmuş menfi bir adamdır. Maria Petravno, Arkadiy’in ölen eşi. Dimitri, işsiz kalmış, ayyaş bir memur. Alyona Ivanovna, para hırsı ile yanıp tutuşan, kız kardeşi ile aynı evde yaşayan ve ona sürekli emirler veren yaşlı tefeci kadındır.
Raskolnikov yaşadığı maddi sıkıntılar yüzünden okulunu yarıda bırakmış olmanın verdiği psikolojik bozukluk ile birlikte, insanlar tarafından sevilmeyen, topluma zararı dokunan yaşlı kadını öldürmek için plan yapar. İlk başta bu düşünce kendisine yabancı gelse de yaşadığı içsel sorgulama sonucunda kararını verir ve tefeci kadının evine giderek yanında getirdiği balta ile onu öldürür. O esnada eve giren tefeci kadının üvey kız kardeşi ile karşılaşır, masum kızı öldürmek zorunda kalan Raskolnikov evden aldığı birkaç eşya ile kimseye gözükmeden dışarı çıkar.

Raskolnikov’un kız kardeşi dadılık yapmaktadır. Ev sahibi Svidrigailov ona sarkıntılık yapınca işten ayrılmak zorunda kalır. Luzhin isminde bir burjuva ile nişanlanır. Raskolnikov bu haberi gönderdikleri mektupta öğrenir. Kardeşinin kendisine parasal ve mesleki anlamda destek olması için o adamla birlikte olduğunu anlar ve engel olmaya çalışır ama mani olamaz.

Raskolnikov ara sıra Marmeladov’un kızı Sonya ile görüşür. Babasının ayyaş ve işsiz olması yüzünden Sonya kötü bir hayata düşmüştür.

Rodion (Raskolnikov) bütün bunlar yaşanırken öldürdüğü kadının vicdan azabı ile iyice bunalıma girmiştir. Bir gün borcu yüzünden karakola çağrıldığında içinde ki korku ve huzursuzluğu bir kez daha hisseder. Arkadaşı Razumihin’in odasında günlerce hasta yatar. Hastalığı sırasında geçirdiği sayıklamalar polis memuru Porfıy Petroviç’i şüphelendirir.

Rodion eniştesi ile kavga eder. Evlilik hazırlığında olmalarına rağmen Luzhin, Dunya’yı kovar. Dunya bu olaydan sonra Razumihin ile yakınlaşmaya başlar ve aralarında bir aşk doğar.

Polis Porfiy Petroviç araştırmaları sonunda Rodion’dan iyice şüphelenmeye başlar ve onu tekrar sorguya çeker. Bu sorgulama sırasında suçun işlendiği vakitte binada bulunan Nikolai, karakola gelerek cinayeti üstlenir. Rodion haklanmış gibi gözükse de bu yükün ağırlığına daha fazla dayanamaz ve içini dökme ihtiyacı hisseder. Sonunda işlediği cinayeti Sonya’ya anlatır. Sonya şartların zorlaması sebebiyle kötü yola düşmüş bir kadın olmasına rağmen son derece dindar ve ahlaklı bir kişidir. Raskolnikov’a suçunu itiraf etmesi için nasihatte bulunur. Bu olay yaşanırken polis, boyacı adamın suçsuz olduğunu anlamış ve Rodion’a cinayeti itiraf etmesi için nasihatte bulunur. Boyacı adam dindar bir insandır ve başkalarının günahını üstlenip acı çekerek sevap kazanacağını düşündüğü için cinayeti üstlenmiştir.

Bu arada Svidrigailov cinayeti Rodion’un işlediği öğrenmiştir ve Dunya’ya kendisi ile olması için şantaj yapar. Teklifini kabul ederse Rodion’u yurtdışına kaçıracağını söyler.  Hayvani arzularının kurbanı olmuş Svidrigailov’dan kurtulmak ve namusunu muhafaza etmek için tabanca ile kendisini korur ve Svidrigailov’u vurur. Svidrigailov, Dunya’ya hiçbir zaman sahip olamayacağını anlayarak intihar eder.

Raskolnikov artık her saniye beynini kemiren vicdan azabına dayanamaz ve suçunu itiraf ederek teslim olur. Sonya, Sibirya’ya sürgüne gönderilen Rodion’u serbest kalana dek bekleyecektir. Buna rağmen pişmanlığı devam eden Raskolnikov, Sonya sayesinde kendisini dine verir ve bu zor günleri Sonya ile birlikte gelecek hayalleri kurarak atlatmaya çalışır.

Dostoyevski eserini  “Yüreklerin sağır olmadığı bir dünyayı tasavvur ettim” diye açıklıyordu. Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar” ile zirvede yer aldığı bir dönemde, Dostoyevski karşısına “Suç ve Ceza” ile çıkarak eleştirmenler tarafından başköşeye oturtulmuş, daha sonra ki yıllarda da hep zirvede yer alarak ulaşılması güç bir eser bırakmıştır arkasında. Onun eseri sadece edebiyat alanını değil, Freud’in dile getirdiği üzere psikanaliz kuramının gelişmesi içinde önemli bir yer teşkil etmektedir.

Dostoyevski’nin yazdığı bu eser salt edebiyat değil aynı zamanda psikoloji ve kriminoloji sınırları içinde yer alır. Dostoyevski’nin ne denli bir deha olduğu görmek için sırf bu eseri okumak ve yorumlamaya çalışmak bile kâfi gelecektir.

27 Nisan 2012 Cuma

Sanal Sosyalleşme ve Beyinin Neokorteks Kısmı

Özellikle son yıllarda oluşan ve giderek artan bir merak söz konusu: İnsanların kendilerini beğendirmeye çalışma, reklamlarını yapma ve anlık bir ünlü olma merakı.

Sosyal paylaşım siteleri insanların bu isteğini karşılamak ve bireyin egosunu tatmin etmek konusunda adeta bulunmaz bir fırsat oluyor. Elbette bunu karşılıksız yapmıyor, özellikle facebook’un yaygın olarak kullanıldığı dünyada bu siteye üye olan her kişi 1.21 dolarlık katkıyı direk olarak karşılamış oluyor zaten. Sözde ücretini veren insanlar artık istedikleri gibi paylaşım yapma hakkını elde ettiğini düşünerek (Diğer insanlara küfür, hakaret ve taciz etmeyi bile hak sanan zihniyet) büyük bir heyecanla beğeni (Like) almayı bekliyorlar.

Gereksiz bir sosyalleşme içine giren kişi aslında sanal bir sosyalliğin insanı daha fazla yalnızlığa ve karamsarlığa sürükleyeceğinin farkında olamıyor. Sosyo-Statüsü düşük olan kişi kendisinden daha fazla imkâna sahip olan kişinin yaşam tarzının yansımasını bu gibi paylaşım sitelerinde görünce, hele birde oturmamış bir kişiliğe sahipse, kendisi o hayattan uzak kaldığı için karşı tarafa karşı bir hayranlık, belki kıskançlık ya da ismi her ne olursa olsun, onu görünce kişinin kendi hayatından duyduğu hoşnutsuzluk tekrar zihninde beliriyor. Listesinde bulunan kişilerin belki üçte ikisi ile hiç konuşmamış olan bu kişiler, tanımadıkları insanların hayatını uzaktan takip etmeye başlarken, ruh dengelerinin bozulması yukarıda da belirttiğim gibi sağlam bir karaktere sahip olmayan kişilerde ortaya çıkıyor.

Oxford Üniversitesi’nden Robin Dunbar’ın yaptığı araştırmaya göre insan beyninin neokorteks bölümünün en fazla 150 kişiyle sosyal ilişki kuracak kapasiteye sahip olduğu söylüyor ve bunun daha fazlasının mümkün olamayacağını yaptığı bilimsel araştırma ile ortaya koyuyor. Dunbar, bir kişi ne kadar sosyal olursa olsun arkadaşlık kuracağı kişi sayısı sınırlıdır diyerek sosyal paylaşım sitelerinin gerçeği yansıtmadığını belirtiyor.

Binlerce kişi ile arkadaş olan kişilere hiç değinmiyorum bile. Her gün üç arkadaşı ile buluşup sohbet etse (Bu yaşam şartları sebebiyle olanaksız) aynı arkadaşını bir daha görmek için aradan üç ayın geçmesi gerekecek. Peki… Beni üç aydan üç aya gören arkadaş ile benim ne işim olur?

Farz edelim bu kişiler aralarında bilgi alışverişi yaparak iletişimlerini sağlıyor, yani bir fikir menfaati ilişkisi söz konusu, ama bunun çok gerçekçi olmadığı açık, zira yapılan paylaşımların içeriğine baktığımız zaman, bilim, kültür, sanat vb… paylaşımların yok denecek kadar az olduğu, yapılanların ise kitleler tarafından rağbet görmediği gözlemci bir gözle bakıldığı zaman ortaya çıkıyor.
Geriye ne kalıyor? İnsanların kendisini tanıtma merakı ve bireyin kendi hayatına dair paylaştığı onca magazinsel dedikodular. Artık bu siteler tıpkı magazin programları içeriğine dönmeye başladı. Orada ünlü diye tanıtılan kişilerin özel hayatına gözler önüne serilirken, burada ise kişi kendi kendisinin hayatını gözler önüne sererek, arkadaş listesinin en gözde ve popüler kişisi olma yolunda hızla ilerlemeye çalışıyor.

Bu insanların yalnızlıklarının iç çekişlerinden başka bir şey değildir aslında. Herkes birbirinin aynısı olma yolunda ilerliyor. Düşünceler, davranışlar, sanki hepsi aynı kalıptan çıkmış gibi duruyor. İnsanın bu hayatta bende varım demesi, koca bir ömrü boşa geçirmemesi gerekiyor, lakin bunun için izlenecek yöntem bu olmamalı. Bu paylaşım siteleri bizim için büyük bir fırsat olmalı. Çünkü bu paylaşım ağları, kişinin sahip olduğu bir gazete ve bu gazete ile düşüncelerini herkese aktarabileceği bir mecra olarak algılanabilir. Şayet burada doğru, mesajı olan, anlam taşıyan paylaşımlar yapıp üstüne bir de kişisel yorumlarımızı, hayat felsefemizi, dünya görüşümüzü açıklarsak, işte o zaman hem kendimiz, hem hayatımız, hem de bu sitelerin asıl amacına layık davranmış oluruz. Öbür türlüsü son derece yapay, gereksiz ve söyleyecek sözü olmayan insanlara yakışan cinstendir. Umarım böyle bir hayatı seçen kişilerin içinde yer almazsınız…

18 Nisan 2012 Çarşamba

Toplu Taşıma Araçlarına Binememek!

Hemen hemen her gün toplu taşıma araçlarını kullanan sade bir vatandaş olarak yaşadığım zorlukları biraz olsun nezaket kurallarından nasibini almış ve çevresine saygılı olan her yurttaşın tahmin edeceğini düşünüyorum. Yazımın içeriğinde ki kişilerin ise beni anlamaya çalışacaklarını umut ederim.

Sosyal yaşamın daha kolay devam edebilmesi için bazı kurallar ve yasalar olmak zorundadır. Bu sözümün, bize ön görülen kuralları düşünmeden, kayıtsız ve şartsız bir şekilde oturup kabul edelim anlamında bir düşünce ürünü olmadığını sanırım söylememe dair gerek yoktur. Lakin insanların ortak olarak kullandığı kamu alanlarında belli başlı düzen mevcuttur. Yürüyen merdivenlerde sağ tarafın bekleme yapması, sol tarafın ise yürümeye devam etmesi gibi. Bu çok basit olan, çocukların bile anında kavrayabileceği bir yol düzenini halen anlamak istemeyen ya da uygulamamakta direnen kişiler mevcut. Umarım en yakın zamanda bu basit düzene ayak uydururlar. Düzenin hiçe sayıldığı her yerde olduğu gibi burada da karmaşıklık, kimin ne yapmaya çalıştığı anlaşılmayan bir düzensizlik meydana geliyor.

Metro, Metrobüs gibi araçlar ise adeta bir işkence olarak her günümüzü perişan etmeye ve sinir katsayımızı arttırmaya devam ediyor. Aslında olay çok basittir: Önce inenlere yer verilir daha sonra binecek olanlar araca binip gitmek istedikleri yere ulaşmak için yola çıkarlar. O kadar anlaşılmaz ki bu, metroda sürekli anons yapılır: “ Önce inenlere yer veriniz” diye… Bu basit anonsun kalabalık zamanlarda her durakta tekrar etmesi “ algımızda bir sorun mu var acaba”  diye düşünmeme fırsat tanıyor. Kendi yaşadığım ama sanırım herkesin her gün yaşadığı şu olay meşhurdur: İçerisi bir hayli kalabalık olan aracın üzerine bir de havasızlık eklenir ve yolcular perişanlık halinde inecekleri durağın gelmesini bekler. Durak uzaktan gözümüzde belirmeye başlayınca, gördüğümüz insan yığını kaçınılmaz olarak tekrar edecek küçük bir ezilme fakat ezilmeden daha vahim olan saygısızlığın bize karşı kullanılacağının belirtisi olarak zihnimizde şekillenir. Tabi bu olaya kadınların yaşadığı son derece ahlaksız ve insanlıkla uzaktan yakından alakası olmayan taciz gibi cahilliğin doğurduğu bir eylemi hiç katmıyorum bile. Sırf bunun için kalabalık toplu taşıma araçlarını tercih eden insanların olduğunu bile düşünüyorum. Bu olay artık saygısızlıktan daha ileri bir boyuttur, çünkü saygısız insan bunun saygısızlık olduğunu bilmez ya da kabul etmez. Doğal olarak bu onun için normal bir davranıştır fakat öbür tarafta bilinci olarak işlenen bir namussuzluk söz konusudur. Konuyu dağıttığımı düşünmeyin zira taciz olayı açtığım başlığın altında ki sorunlar ile doğrudan ilgilidir.

Araç durdu kapılar açıldı! İşte ben bu noktayı şöyle ifade ediyorum: O an kendimi zırhını ve kılıcını kuşanmış bir savaşçı, karşı tarafı da aynı şekilde mevcut olan düşman ordusu… Neden böyle bir izlenim bırakıyor bende? İnen kişi olarak karşı tarafın bunu görmezden gelmesi ve onlarında aynı hırsla içeri doluşmak istemesi bizi çarpışmaya itiyor ve her iki tarafta büyük bir azim ile amaçlarına ulaşıp, kaleyi ele geçirmeye çalışıyorlar. Burada kale binecek olanların oturacakları koltuk, inecek olanların ise yetişmeye çalıştıkları bölge. Aslında her iki tarafın da sahibi yok ve her kesim için kendi alanını ele geçirmek son derece kolayken, en fazla üç saniye bekleyip sağlıklı bir şekilde hedefe varmaktansa kavga etmeyi, yaralanmayı tercih ediyorlar. Bu uğurda akıtılan onca terin son derece gereksiz olduğunu, ihtiyaç olan tek şeyin üç saniyelik sabır olduğunun farkında olan herkes bilir. Zaten bütün mesele insanın farkında olması değil mi?

Basit gibi gözüken bu sorunlar toplumun davranış biçimidir ve bu olayların kahramanları günlük hayatın başka alanlarında daha farklı şekilde eylemlerine devam etmektedir. Sadece toplu taşıma araçlarının sıkıntısı olarak düşünülüp alanı kısıtlamak kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramaz. Bu insanlar toplum içine karışmaya başlayınca aynı eylemlerini bu kez farklı şekillere bürünüp yaşıyor (yaşatıyorlar). Bu örnekler yüzlerce biçimde çeşitlendirilip sunulabilir. Toplumun her alanında büyük bir saygısızlık, sabırsızlık ve tahammülsüzlük var. Bunların aksini yapanlar ise dikkat çekiyor ve azınlık olarak kaldıkları için ya onlara benzemeye ya da yok olmaya yüz tutuyorlar. Eğer biz “Böyle gelmiş böyle gider” düşüncesinin esiri olursak, ilkelerimize ihanet etmiş oluruz. İlkelerine ihanet eden insan ise uzaktan kumandalı bir robot olmaktan öteye geçemez…

9 Nisan 2012 Pazartesi

Anton Çehov - Martı

Martı: Çarlık Rusya’sının yıkılmaya yüz tuttuğu bir dönemde, sanayileşme ve kentleşmeye ayak uyduramamış küçük bir burjuva sınıfının, ataletsizlik, can sıkıntısı ve mutsuzluk içinde geçen kıvranışlarını anlatmaktadır.

Önce oyun karakterlerini tanıtmak sanırım kafa karışıklığını önlemek için yararlı olacaktır. Oyun, Sorin’in çiftliğinde geçer. Sorin, Arkadina’nın abisidir. Arkadina ise eskiden meşhur bir oyuncu olan ve hala kendisi ile övünen aktris, aynı zamanda yazar olma hayalleri kuran tiyatro aşığı Treplev’in annesidir. Oyunda ki karakterlerin en büyük ortak noktası, sanat meraklarıdır. Nina, oyuncu olmak isteyen, zengin bir çiftlik sahibinin kızıdır, fakat ailesinden gizli olarak tiyatro oyunculuğu yapar. Şomrayev ise emekli teğmen ve Sorin’in çiftliğinde kâhyadır. Andreyevna, Şamrayev’in karısı. Maşa, Şamrayev ve Andreyevna’nın kızı. Boris Alekseyeviç, doktor. Medvedenko, öğretmen. Yakov, uşak ve bir de aşçı ile hizmetçi kız vardır.

Oyun dört ana karakter olan, Arkadina, Treplev, Nina ve Trigorin’in sanatsal ve romantik çatışmalarının etrafında geçer. 4 perdelik bu oyunu tek tek ele alarak çözümlemenin anlaşılırlığı kolaylaştıracağını düşündüğüm için bu anlatım yoluna başvurmayı tercih ediyorum.

1. PERDE
Sorin’in ünlü bir oyuncu olan kardeşi Arkadina ve oğlu Treplev kısa bir tatil için malikâneye gelir. Malikâne sakinleri, Treplev’in yazdığı deneysel oyunu izler ve oyun içinde oyun gerçekleşir. Nina burada “Dünyanın Ruhunu” oynar. Fakat Treplev’in bu oyunu, Dorn dışında kimse tarafından fazla beğenilmez, özellikle annesi onunla dalga geçer ve oğlunun gururunu kırar. Bu durumda Treplev annesine karşı büyük bir kızgınlık duygusuna kapılır. 1. Perde de karakterlerin aşkları da ortaya çıkar: Öğretmen Medvedenko, Maşa'yı, Maşa karşılıksız şekilde Treplev'i, o ise Nina'yı sever.

2. PERDE
Arkadina ile Şamrayev kavga ederler daha sonra ikili oradan ayrılır. Nina gezinirken, Treplev vurduğu martıyı ona getirir. Nina bu durumdan tedirgin olur, o sırada Treplev, Trigorin’in geldiğini görünce kıskançlık duygusuna kapılır ve orayı terk eder. Ünlü ama fazla kültürlü olmayan daha çok popüler içerikli yazılar yazan Trigorin’e, Nina şöhretli biri olmanın nasıl bir duygu olduğunu sorar. Bu sahnede Nina’nın, Trigorin’i gözünde ne kadar büyüttüğünü fark ediyoruz. Vurulmuş olan martıyı gören Trigorin, yazacağı kısa öyküde bu martıyı nasıl kullanacağını anlatır ona ve bu martı gibi hür ve özgür olan genç kızın günün birinde tanışacağı adam yüzünden tıpkı bu martı gibi hayatının mahvolacağını söyler. Trigorin’in bu öykü fikri oyunun sonlarına doğru somut bir gerçeğe dönüşerek Nina’nın hayatı ile doğrudan bağlantı kuruyor. Bu esnada Arkadina, Trigorin’i arayarak fikrinin değiştiğini, kısa sürede dönmeyeceğini söyler. Nina bu durumdan memnun olur, Trigorin, Nina’nın yanından ayrıldıktan sonra, Nina onun alçakgönüllülüğü ve şöhretinden büyülenmiş bir şekilde iç geçirerek ona karşı aşk ve hayranlık duymaya başlar.

3. PERDE
Arkadina ile Trigorin malikâneden ayrılmaya karar verirler. Perde arasında Treplev intihara kalkışmış ama kurşun kafasını sıyırdığı için kurtulmuştur. Nina kahvaltı sırasında Trigorin’e ona olan bağlılığının sembolü olarak madalyonu hediye ederken, kitaplardan birinde geçen “Bir gün hayatıma ihtiyacın olursa onu gel ve al” cümlesini ithaf ederek ona olan duygularını açıkça belli eder. Trigorin eşyalarını toplamak için içeri gider o sırada Arkadina ile Sorin arasında tartışma olur ve Sorin bayılır. Medvedenko ona yardım ederken, Treplev annesinden bandajını değitirmesini ister, bu kez anne ile oğul arasında, Treplev’in, Trigorin’i kötülemesi sonucu kavga çıkar. Arkadina, Trigorin’e aşıktır ve oğlunun onunla bu şekilde konuşmasına izin vermez. Treplev ağlayarak odayı terk eder. Trigorin, Arkadina’ya malikânede kalmak istediğini söyler ama Arkadina onun hoşuna gidecek güzel sözlerle onun ruhunu okşar ve ikna eder. Çaresiz kalan Trigorin bunu kabul eder. Nina son kez vedalaşmak için Trigorin’in yanına gelir ve ailesine rağmen oyuncu olacağını ona söyleyerek tutkulu bir şekilde öpüşüp yakın zamanda Moskova’da görüşmek üzere plan yaparlar.

4. PERDE
Aradan 2 yıl geçer. Maşa, Medvedenko’nun evlenme teklifini kabul etmiş ve 2 çocukları olmuştur. Ancak hala Treplev’ olan duygularını yok edememenin mutsuzluğu içerisindedir. Bu arada karakterlerin aralarında geçen konuşmadan Nina ile Trigorin’e ne olduğunu anlıyoruz. Trigorin ile Nina evlenmiş ancak Trigorin onu terk etmiş ve tekrar Arkadina ile birlikte olmayı tercih etmiştir. Nina ise başarılı bir aktris olamamış ve küçük bir tiyatro grubu ile turnelere giderek yaşamını devam ettirmeye çalışıyordu. Treplev ‘in ise yazdığı öyküler bazı dergilerde yayınlanıyor ancak giderek artan bir depresyonu büyük problemlere yol açıyordu. Sorin’in ise sağlığı iyice kötüleştiği için malikâne sakinleri Arkadina’ya telgraf çekerek onun geri dönmesini istiyordu. Treplev odasında olduğu sırada Nina arka kapıdan girer ve Treplev’e son 2 yılda başından geçenleri anlatır. Treplev ona hala aşıktır ve burada kalması ister ancak Nina bunu kabul etmez çünkü bağlı olduğu tiyatro topluluğu ile sözleşmesi vardır ve turneye çıkması gerekir, zaten onca olan olaylara rağmen Nina hala Trigorin’ aşıktır ve bunu Treplev’e söyler, daha sonra odayı terk eden Nina, Treplev’i tekrar yalnızlığı ile baş başa bırakır. Treplev büyük bir umutsuzluk içinde yazdığı bütün yazıları yırtar. Bu esnada malikâne sakinleri aşağıda kendi aralarında oyun oynarken yukarıdan bir silah sesi patlar. Treplev kendini vurmuştur!

Oyundan her biri problemli olan karakterlerin ortak özelliği yalnızlıkları, içine düştüğü mutsuzluk ve eylemsizlikleridir. Oğlunun bugüne kadar yazdıklarını dair okumayan duyarsız bir anne olan Arkadina, kendisine gerçekten aşık olan Treplev’i istemeyerek şöhretinden etkilendiği yaşça kendisinden büyük olan Trigorin’e ilgi duyması ve onunla Moskova’da evlenmesi Nina’nın bize şöhret ve güce olan merakını gösteriyor. Nina burada genç bir Arkadina figürü aslında, fakat ne onun kadar yetenekli ne de onun kadar zeki bu yüzden de onun ulaştığı noktaya ulaşamadan yok olup gidecek bir özenti olarak beliriyor karşımızda. Özenti olmasının sebebi Trigorin’i olduğundan çok daha fazla övmesi ve gözünde büyütmesinden kaynaklanıyor. Trigorin ile gitmek istemesinin altında belki de onun şöhretinden yararlanma ve daha hızlı bir şekilde yukarıya çıkma arzusu olabilir. Treplev ise Trigorin’in aksine daha deneysel ve sanatsal çalışmalar yapma arzusu duyan idealist bir genç lakin günümüzde olduğu gibi bu tarz içerikler halk tarafından kolay kolay anlaşılmadığı için çok fazla prim yapan biri olamıyor ve tüketim toplumu olan dünya okurken zorlanmadığı, kafa yormadığı yazarları tercih ederek bu kişilerin çok para ve ün kazanmasını sağlıyor. Sadece Edebiyat alanında değil sanatın her alanında değer taşıyan yapıtlardan çok popüler olanın tercih edilmesi Treplev ile Trigorin arasında ki olası bir karşılaştırmanın popüler olanla sanat olan arasında ki karşılaştırma ile yakın ilgisi olacağını düşünüyorum. Zira Trigorin’in ünlü olması çok zeki ya da önemli eserler yazıyor olmasından değil halkın beğenisine hitap edecek eserler yazmasından kaynaklanmakta. Hepimiz günümüzde ki halk ve sanat anlayışına bakarak bu durumu analiz edebilir ve onlarca örnek sunabiliriz.

19. yy’in sonlarına doğru feodalizmin can çekişleri altında, Çehov’un kaleme aldığı bu eser, günümüz insanın; şöhret merakı, yalnızlığı, yüzeyselliği, cahilliği, eylemsizliği, tembelliği, yaşlılığa ve ölüme duyduğu korkusu, güce olan tapınması gibi duyguları ile yakından ilgili olması sebebiyle, 21. Yy’e önemini kaybetmeden ulaşmasını sağlıyor. Çünkü insan var olduğundan beri sorunları hiç değişmemiştir. Bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen güncelliğini kaybetmeyen bu oyun ile Çehov'un ne derece evrensel bir yazar olduğunu bir kez daha görüyoruz ...

4 Nisan 2012 Çarşamba

Black Mirror

Sıkı bir dizi takipçisi olduğum söylenemez, dizi seçerken ince eleyip sıkı dokurum. “Channel 4” kanalında yayınlanmış, İngiliz dizisi olan Black Mirrror son zamanlarda izlediğim en güzel dizilerden birisiydi. Birbirinden bağımsız 3 bölümden oluşan bu mini-dizi, birinci bölümü saymazsak her ne kadar bilimkurgu temalı olsa da içerik olarak sizi rahatsız edecek kadar gerçekçi bir konuya sahip.

Birinci bölüm The National Anthem ile ikinci bölüm 15 Million Morits, Charlie Brooker tarafından yazılmış ayrıca ikinci bölümde yazarlık sıfatıyla Kanaq Hug ona eşlik etmiştir. Üçüncü bölüm The Entire History of You ise Jesse Armstrong imzası taşıyor. Bunun yanı sıra her bölümde yine farklı yönetmenler tarafından çekilmiş. Otto Bathurst birinci bölüm, Euros Lyn İkinci bölüm ve son olarak Brian Welsh ise 3. Bölümün yönetmenliğini üstlenmekte. Her bölüm değişen oyuncu kadrosunu görünce şaşırmayın zira onlarda farklı oyunculardan oluşmakta.

Dizinin içeriğine gelince, birinci bölümde bir İngiliz prensesi kaçırılıyor ilk başta kafamızda para ya da özel bir istek karşılığında fidyeciler tarafından kaçırıldığı fikri gelse de kısa bir süre sonra durumun şeklinin çok daha başka ve ilginç olduğunu görüyoruz.  Gönderilen kaseti izleyen bakanlar durumu hemen Başbakana haber veriyor ve içinde yüzü maskeli bir adamın, prensesin yanında mesaj ilettiğini, amacının para olmadığını isteğinin tamamen Başbakana yönelik olduğunu söylüyor. Eğer prensesin yaşamasını istiyorsa canlı yayında bir domuzla cinsel ilişkiye girmesini aksi takdirde Prensesi öldüreceğini ifade ediyor. İlk başta komik gibi gelse de aslında seyirci olarak trajik bir durumla karşı karşıya kalıyoruz ilerleyen zamanda. Başbakan böyle bir şeyin olmayacağını ve derhal onun bulunması gerektiğini bu kasetin ise medyadan gizli tutulacağını söylese de, bu söylemi boşa çıkıyor zira görüntü çoktan sosyal paylaşım sitelerine yollanmış ve milyonlarca kişiye ulaşmıştır. Halk önce Başbakanı destekleyerek böyle bir durumun onur kırıcı olduğunu ve kabul edilemez olduğunu düşünse de, Prensesin parmağının kesilip, (Bölümün sonunda bu eylemin aslının daha farklı olduğunu görüyoruz) sanal âleme gönderilen görüntüsünü izlediklerinde durumun ciddi olduğunu, insan hayatının hepsinden önemli olduğunu ve Başbakanın cinsel ilişkiye girmesinin doğru olduğunu ifade ediyorlar. Bir tarafta insan hayatı bir tarafta halkın baskısı onun bu durumu kabul etmesini sağlıyor ve yapılan araştırmalar, baskınlar sonuç vermeyip suçlu bulunamadığı için, kendi gururunu ve karısının karşı koyuşlarını hiçe sayarak canlı yayında bu ilişkiye giriyor ve bütün halk önce bundan zevk alsada onun çaresizliğine tanık olunca bundan üzüntü duymaları kaçınılmaz oluyor elbette.

Bütün bu olaylar bize şu gerçeği anlatıyor; ne kadar güçlü olsak, ne kadar sosyal statümüz yüksek bile olsa bazen öyle çaresiz durumlarda kalabiliriz ki ne paramız nede gücümüz bize yardım edebilir. Koskoca Başbakan sonunda oturup hüngür hüngür ağlayarak, bizlere insanın bulunduğu konum ne kadar güçlü olursa olsun yine de mücadele veremeyeceği, karşı koyamayacağı durumların olduğunu ve bazen hiçbir şeyin olması gerekenin önüne geçemediğini anlatıyor. Bu dizinin başrolü domuz belki de sadece bir sembolden ibaret. Hayatın karşı konulamaz gerçekleri bu kez domuz olarak simgeleştirilerek anlatılmış olabilir, en azından benim bakış açım bu yönde…

İkinci bölüm ise Kapitalizm ile birlikte mekanikleşen dünyamıza eleştirel bir bakış açısı sunuyor. Gelecek zamanda insanların bisiklet pedalı çevirerek puan kazandığı ve bu puanları para niyetine kullandığı bir yaşam şekli anlatılıyor. Bir grup insan, bilgisayarlar ve ileri teknolojinin olduğu bir mekânda doğallıktan uzak bir hayat sürerek yaşarlar. Yedikleri yemekten, yaşadıkları odaya kadar her şeyin tamamen yapay ve natürellikten uzak olması kulağa son derece sıkıcı geliyor sanırım. Hayatları boyunca bu şekilde yaşamaya mahkûm olan bu insanların tek kurtuluş yolu ise daha fazla puan biriktirmek ve o puanlarla yarışma programına katılarak şöhret olmak.

Her gün bu şekilde monoton ve aynı geçerken, başkahraman bir gün kendisi gibi olan bir kıza ilgi duyar. Onun şarkı söylerken sesini duyan genç adam, biriktirdiği bütün puanlarını ona vererek ses yarışmasına katılmasını ve bu hayattan kurtulmasını teklif eder. İlk başta itiraz eden kadın daha sonra teklifi kabul ederek yarışmaya başvurur. Uzun zaman orada bekleyen insanların olmasına rağmen o güzelliği ile hemen dikkat çeker ve bir anda kendisini jürinin önünde bulur. Söylediği şarkı ve güzelliği ile kendisine hayran bırakan genç kıza jüri erotik filmlerde oynamasını ve bu şekilde çok para ve şöhret kazanacağını söyler. Kız önce buna karşı çıksa da daha sonra kolay yoldan para kazanma ve şöhret ona cazip gelerek teklifi kabul eder. Adam âşık olduğu kadının böylesine bir işe evet demesinin üzüntüsü ile kahrolur ve daha fazla pedal çevirerek puanlarını biriktiremeye, sonucunda ise jüri karşısına çıkarak intikam almaya karar verir.

Aradan zaman geçer ve gerekli puanı toplayan adam kendisini yarışma programında bulur. Yarışmaya katılan herkese önceden bir içecek içirilir, fakat adam bunu içerde içtiğini söyleyerek kabul etmez. (Bu içeceğin içerde itaat etme güdüsünü sağladığı ve karşı koyma yetisini yok etmeye yarayan bir madde olduğunu düşünüyorum) İlk başta dans Show’u yapan adam kısa bir süre sonra arkasına sakladığı camı çıkararak boğazına dayar ve onlara kendisini dinlemesini emreder. Hakaretler ve küfürler yağdırarak sisteme başkaldıran adamdan etkilenen jüri bu sefer ona bir televizyon programı sunmasını için teklif sunar. Kadın için geçerli olan durum adam içinde geçerli olur ve o da kolay ve rahat para kazanma ihtirasına karşı koyamayarak bu teklifi kabul eder.  Artık her ikisi de pedal çevirme işine son vermiş, bolca para kazanan ve eleştirdikleri sisteminin içine nüfuz etmiş kişiler olarak karşımıza çıkarlar.

Bütün bu yaşananlar, insanlara sanki bir eşya gibi kaba ve hoyratça davranan, bireyin duygularını ve onurunu ayaklar altına alarak sadece çarkın dönmesi için mücadele veren sistemin başında ki güçlü isimlerin maddesel zenginlikler kazanmak için her yolu mubah gördüğü ve kendisine isyan eden kişileri de aslında kolaylıkla içine nasıl çekebilecek güce sahip olduğunu gösteriyor. Günümüzde yapılan yetenek yarışmaları; insanların şöhrete, popüler olmaya olan merakları değil midir? Aslında burada olduğu gibi onların kokuşmuş zihniyetlerine zincir vurmaya çalışmak isteseler de zincir vurulan sonunda yine kendileri oluyor. Bir esaret ve tutsaklıktan başka bir köleliğe geçiş yapmak kurtuluş yolu olarak zihinlerde yer alıyor. Statüler değişse bile değişmeyen tek olgu kölelik rejimidir. Başta bulunan kişilerin zaman içinde devir dâhim yaparak yerini yeni isimlere bırakması alt tabaka için bir anlam ifade etmeyerek, onlar aynı sistemde her gün ölmeye mahkûm kalmaktan başka bir şey yapamıyor. Burada genç adam itaat içeceğini içmeyerek, içerde o konuşmaları yapsa bile kısa süre sonra doğal seleksiyonu ile boyun eğerek insanın ne denli aciz olduğu ve güçlünün altında kısa süreli bir güç edinmeye meraklı olduğunu bir kez daha gösteriyor bize. Kısa süreli olmasının nedeni, isimler zaman içinde eskir ve güç sahipleri tarafından milatları tamamlanarak yerini yenilere bırakır. Zararlı olan, eşyaların mekanik hale gelmesi ya da teknolojinin ilerleyerek bize bin bir olanaklar sağlaması değil, şüphesiz çok çeşitlilik ve insanların zengin olması bizim savunduğumuz bir nokta. Asıl önemli olan; insan beyinlerinin robotlaşmadığı, bireyin hak ve özgürlüğünün çiğnenmediği, kişiye bir madde gibi değil, bir insan gibi davranıldığı dünya yaratmak…

Gelelim dizinin 3. Ve son bölümüne… Evli bir çiftin üzerinden, kadın ve erkek ilişkilerine, rahatsız edecek derece de gerçekçi yaklaşmış bir bölüm olarak bizi etkilemeyi başarıyor. Kulaklarının arkasına yerleştiren çip sayesinde, geçmişte yaşadıkları bütün hatıraların, burada depolanarak istenildiği zaman akbile benzer bir cihaz aracılığıyla adeta televizyon izler gibi tekrar görselleştirerek izlenmesini sağlıyor. Geçmiş ilişkisini kocasından saklayan bir kadın, eski sevgilisi ile kendi evlerinde yemek yerler. Kocasına, arkadaşı olarak tanıttığı bu adamın tavırlarından şüphelenen erkek onları masada gözlemlemeye başlar. Konuşulan her cümleden, yaptıkları jest ve mimiklere kadar beynine kaydeden bu adam gittikçe huzursuzlaşmaya başlar. Nitekim gecenin sonunda bu görüntüleri izleyen adam, karısını yanına çağırarak onunla konuşmak ister. Kadın geçmişte 1 haftalık ilişkim oldu dediği adamın o gece masada ki adam olduğunu fark eden kocası tarafından sorguya çekilir ve o adamın bir yıl ciddi ilişki yaşadığı eski sevgilisi olduğunu kocasının da baskısıyla itiraf eder. Yersiz bir kuruntu yaptığını anlatmaya çalışsa da kadın, onun masada eski sevgilisine olan bakışları ile kocasına olan bakışları aslında her şeyi bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyordu. Nitekim adamın, kocası yokken onunla ilişkiye girdiğini ima eden sözleri ve kadının buna gülümseyerek karşılık vermesi pek tabi doğal olmayan ve şüphe gerektiren davranışlardı. Hararetli bir tartışma sonucunda her şeyi itiraf eden kadın, yine yalanlar söyleme devam ederek, onunla yaşadıklarını çipten sildiğini söyler fakat adam haliyle buna da inanmayarak görüntüleri göstermesini ister, işin aslı çok geçmeden anlaşılır çünkü kadın eski sevgilisiyle olan her anı kayıt altına almış ve onu unutamadığını belli etmiştir. Kocası, içinde cinsel ilişkilerin de olduğu bu görüntüleri ona zorla sildirdikten sonra adamında yanına giderek karısıyla bütün yaşadıklarını depoladığı görüntüleri küçük manyetik cihazdan, tehdit ederek sildirir. Nitekim adamın içi artık biraz olsun rahatlamış ve aldatılmanın verdiği acı ile karısının ona sürekli yalanlar söylemesinin yükü belki de her şeyin gün yüzüne çıkmasıyla birlikte biraz olsun hafiflemişti.

Bu bölüm benim en gerçekçi bulduğum seri oldu. İlişkilerde söylenen yalanların üzeri – kuruntu yapıyorsun, - psikolojin bozuk gibi küçültücü sözcüklerle kapatılmaya çalışılıyor. Beşer insan yaptığı ahlaksızlıkları, yalanlarla bertaraf etmeye çalışıp kendisini suçsuz bir melek gibi tanıtmaya tıpkı bu kadın gibi çok meraklıdır. İşin acı yönü ise bunda birçok kez başarılı olarak, karşısında ki insanın bütün iyi niyeti ile ona açtığı kalbini büyük bir zevkle parçalayıp bir daha asla eskisi gibi olmayacak olan kırılmış bir vazo gibi etrafa saçtıktan sonra, büyük bir vahşilikle karşısında ki kişinin o kırık cam parçalarının üzerinde yürümesini de şüphesiz büyük bir zevk ve iştahla izliyor. Kimse gerçekten tam olarak masum değildir. Ortada bir problem varsa, onun neden o şekilde düşündüğü anlamaya çalışılarak, hangi tavırların ona bu izlenimi bıraktığı, seviyeli bir şekilde konuşularak netleştirilmelidir. Aksi takdirde ortada bir yalan olmasa dair, onur kırıcı sözcükler şüphesiz karşı tarafın daha fazla şüphe duymasına, akabinde her iki tarafında huzursuz olmasına meydan verir. İkili ilişkilerde söylenen büyük ya da küçük yalanların ilerde koca bir buz kütlesine dönüşmesi ve kaptanı olduğumuz geminin o buz dağına çarpıp batması kaçınılmaz olarak bizi bekler.

Öyleyse sahtekârlıktan, yalandan fayda gelmeyeceğini, er ya da geç hakikatin ortaya çıkacağını bilerek yaşayalım. Burada bir kadının ihaneti, ikiyüzlülüğü ve haksız olduğunu bildiği halde kendisini ısrarla haklı gösterme çabası var. Aslında bu tavır sadece bu konuya has değil, hayatımızın her alanında birbirimize karşı göstermiş olduğumuz tiksindirici riyakârlıklarımızın, başka bir sıfatla karşımıza çıkması olarak tanımlanabilir.

Hepimiz hayatımızı gözden geçirelim ve nerede hata yaptığımızı, benlik duygumuz yüzünden kaç insanın canını yaktığımızı düşünelim. Kendimize objektif bakıp, empati yaparak yaşamımızı sürdürürsek hayat daha dürüst ve yalansız olacaktır. Ve ne kadar yalansız yaşarsak da o kadar iyi bir dünya bizi bekleyecek…