16 Mart 2012 Cuma

Türkiye'de yabancı dil eğitimi ...

“Bir lisan, bir insan, iki lisan iki insan” gibi son derece popüler bir söylem vardır. İnsan olmanın gereksinimleri elbette başka unsurlarla ölçülür. Bizim üzerimize düşen, insanları kültürlerinden dolayı değil ne derece ahlaklı yaşadığına bakıp değerlendirmek. (Ahlak soyut bir kavram ve kişiden kişiye değişiklik gösterebilir, ama benim ne demek istediğimin anlaşıldığını düşünerek detaylara inmeyeceğim) Bu sözde verilmek istenen mesaj, evrensel bir insan boyutuna gelebilmek ve sürekli devinim halinde olan dünyanın hızına ayak uydurup onu takip edebilmek.

Türkiye’de eğitim sistemi her zaman tartışılmış ve bir türlü rayına oturamamış halde kör topal ilerlemeye çalışmaktadır. Eğitimin tartışılacak onca noktası var ki hangi birini çözmeye çalışacağız bunu kestirmek gerçekten çok güç ve işimiz bir hayli zor doğrusu.

Eğitimin eksikliği bir yana dursun, var olan içerik bile yetersizdir. Bunların içinde en büyük yeri ise yabancı dil konusuna veriyorum. Çünkü bu problem sadece ülkemizin içinde ki sorun olarak kalmıyor, bizim yurtdışında ki olanaklarımızı da engelleyip, kısıtlanmasına olanak veriyor. Özellikle devlet okullarında haftada 2 ya da 4 saat olarak verilen sözde İngilizce eğitimi “What is your name” den öteye maalesef geçemiyor.

İlkokulda başlayıp, lisede son bulan zorunlu eğitim boyunca tekrar tekrar aynı kalıplar öğretilerek, seviye 1’den öteye gidilemiyor. Üniversiteye gelindiğinde ise hazırlık sınıfı okunmadıysa (Okuyan kişilerin bile çoğunun bırakın yurtdışında yaşayacak  seviyede olmayı,  altyazısı olmayan orijinal bir filmi bile anlayacak kapasitede olmamaları içler acısı bir durumdur) ilkokul seviyesinden farksız bir dil bilgisine sahip olarak mezun oluyorlar. Durum böyle olunca tabiri caizse Edirne’den öteye geçemeyen bir kitle ile karşı karşıya kalıyoruz. Bilgisini pazarlayamayan, kendini gösteremeyen ve değişen teknoloji, bilgi, haber kaynaklarından yoksun halde kalan gençlik,  yabancı kökenli bir vatandaşın çok gerisinde kalarak içe kapanık bir bilgi yapısına dönüşmüş oluyor.

Mikro gibi gözüken bu problem yığın halinde diğer gençlerinde üzerine bir sis gibi çöktüğü için, durum ülkeyi yakından ilgilendiren toplumsal bir sorun haline gelmiş oluyor. Ülke olarak çağın çok gerisinde kalmamız kaçınılmaz olarak bize geri dönüş yapıyor.

Sizlere çok basit bir örnek vermek istiyorum; Romanya’dan, Türkiye’ye “Erasmus” için gelen üniversite öğrencisi, kendi dili dışında 2 yabancı dil daha bildiğini ve ülkelerinde bunun zorunlu eğitim olduğunu belirtip herkesin aynı konumda olduğunu söyledi. Bu küçük örnek bile bizim eğitim konusunda ne denli geri kaldığımızı gözler önüne seriyor.

Kendi dilimizi özenle konuşup, ona gerektiği değeri vermek birinci vazifemiz olmalı. (Anadilimiz konusunda bile çok zayıf bir seviyede olmamız yürüyecek çok yolumuz olduğunu gösteriyor) Daha sonra ise olabildiğince yabancı dil öğrenmek bizim için zaruri bir ihtiyaç olmalı.

Bunun için devlete çok büyük bir görev düşüyor. Güçlü yasalarla okullarda başta İngilizce olmak üzere, dilin gelişmesini zorunlu hale getirmeli. Hatta lise sonunda mezuniyet için yabancı dil sınavının olması gerektiğini dair düşünüyorum. Her lise mezunu, okuldan ayrıldıktan sonra birer yabancı dil öğrenmiş olarak çıkmış olursa şüphesiz ülkemizin gelişimi açısından çok önemli olacaktır. Ayrıca devlet açacağı kurslarla yabancı dil öğrenimini teşvik etmesi ve yoğunlaştırması, geniş kitleye ulaşmasını sağlayacaktır. (İsmek gibi halk eğitim merkezlerinde çeşitli yabancı dil kursları var, lakin yaptığım araştırmaya göre 1. ve 2. Seviyeden sonra kurlar yapılmıyor ve yine ilkokul seviyesinden öteye geçilememiş oluyor) Zira, özel eğitim merkezlerinde verilen derslerin fiyatlarının son derece uçuk olması, geniş bir halk kesiminin bu imkândan yararlanmasını engelliyor.

Özel okullarda ki öğrencilere baktığımız zaman, her birinin lisan konusunda donanımı olduğunu görüyoruz. Ve bu kişilerin bir ayağı her zaman yurtdışında olmakla birlikte, her türlü yabancı kaynaktan da faydalanabiliyor. Devlet üniversitelerini her zaman özellere göre ön planda tutmuş birisiyimdir. Ayrıca Devlet okullarında ki eğitimin daha ciddi olduğunu düşünüyorum. Lakin söz konusu yabancı dil olunca biraz geride kaldığı gün gibi açık şekilde karşımızda duruyor. Bu konuda özellerle yarışır konuma gelmesi, her kesimin ilerleyebilmesi açısından önemli olacaktır.

Bu konu son derece ciddi ve evrensel bir mevzudur. Temennim eğitimde ki bu boşlukların bir an önce doldurulması ve gençlerin tam donanımlı şekilde okullardan mezun olarak, ülkelerine en iyi şekilde hizmet etmesi. Başta yetkili makamlar olmak üzere, konunun muhatapları umarım en yakın zamanda eğitimde köklü bir reforma gidip, sistemde ki onlarca soruna çözüm bularak, güçlü bir yapıya kavuşmamızı sağlarlar.

Bizim görevimiz bunları demokratik yollarla dile getirmek, geri kalanı ise devlet yetkililerinin ilgi alanına girer. Ama unutmayalım ki her konuda olduğu gibi burada da en büyük iş kendimizde bitiyor.  Öğrenmeye, araştırmaya, bilgiye aç bir birey olursak üstesinden gelemeyeceğimiz zorluk yoktur.

14 Mart 2012 Çarşamba

Futbol ve Terör

Sporun her türlüsü insan beynine ve fiziğine büyük katkı sağlar. Gerçekleştirdiğimiz fiziki aktiviteler, bedenimizin daha zinde ve güçlü olmasını sağlayarak bize çeviklik kazandırır ve üzerimizden hamlığı atarak enerji kazanmamızı sağlar, bu da gündelik hayatımızı kolaylaştırarak, hızlı akan günümüz yaşantısında, spor yapmayanlara göre bizi avantajlı duruma sürükler.

Sporun başlıca faydalarını yukarıda belirtip (Fitness - Body gibi ilgi alanlarımın olduğunu ve aktif olarak sporla ilgilendiğimi yazmayı da gerekli buluyorum) ne denli faydalı olduğunun bilincinde olduğumu ve sporla herhangi bir problemimin olmadığını belirtmek isterim.

Gelelim asıl konumuza. Dünya’da yüzlerce spor türü var ama futbol ve onun ilgilileri her zaman açık ara önde olmuştur. İlgili gibi masum bir ifade kullandığıma bakıp futbolu bu denli hafife aldığımı düşünmeyin, zira olay ilgiden çok daha öteye geçmiştir.

Mesleği ne olursa olsun her kesimin takipçiliğini kazanmıştır futbol. Önemli olan bu alakanın boyutu ve geldiği noktadır. Maalesef bugün tribünleri dolduran yâda dışarıda kalan çok büyük bir kitle “fanatizm” gibi tehlikeli bir akıma kapılmıştır. Statta var olan o geniş kalabalık yığını tamamen çoğunluk psikolojisine uyarak, bu sporu icra eden futbolcu ve maçın kontrol mekanizması olan hakemlere, bunların da birer insan olduğunu ve duygularının var olduğunu görmezden gelerek, çok ağır küfür ve hakaretler içeren tezahüratlar yapmaktadırlar.

Senelerdir “Mecidiyeköy ”de ikamet eden biri olarak (Malum “Ali Sami Yen” Stadyumu geçen seneye kadar burada bulunmaktaydı, şimdi ise yıkılarak yeni bir oluşumun içinde inşaat halinde beklemekte) Bizzat benimde içinde bulunduğum bazı çirkin olaylara tanık olmuşumdur. Yol da insanları çevirip “Sen hangi takımlısın?” gibi son derece basit bir aklın eseri olan bu soru, yaşanan onlarca olay içinden seçtiğim sadece bir örnek. Bu kişilerin yaşça çok büyük olması, bana akıl yaş ile değil baş ile olur gerçeğini bir kez daha hatırlatmıştır) Belki bende onların desteklediği takıma sempati duyuyordum ama bunun hiç biri önemi yoktu zira tam terside pek tabi mümkün olabilirdi. Kişinin, kendi taraftarı olduğu takıma mensup olmayan kişilere karşı nasıl vahşi olabileceğinin en büyük kanıtıdır aslında bu soru.  Bu da futbolun çok da masum olmadığı gösterir bizlere. (Futbolun kendi içinde bir piyasa haline gelmesi, çok büyük paraların dönmesi ve buna bağlı olarak şike, tehdit gibi durumların yaşanması, olayı iyice vahim ve sporun dışına iten etkenler olarak özetler ama ben işin o tarafına girmeyeceğim ve sosyolojik yönünü kendi gözlemlerimle anlatacağım) Cinayet, kavga, şiddet, öfke ve kin gibi duygular futbolun içinde var olan gerçeklerdir. Bütün bunlar aslında teröründe tanımı olduğuna göre futbol değince benim aklıma spordan çok üzülerek belirtmek istiyorum ki terör terimi geliyor.

Bütün bunların başkahramanı erkekler olarak görünse de durum pek de öyle değil, en azından işin küfür kısmına gelince. Son çıkan yasayla birlikte kadınlara ve çocuklara ücretsiz müsabaka izleme imkânı verilmiştir. Bu imkân bize şunu açıkça gösterdi ki yinede küfürün önüne geçilemeyeceğini. Çünkü bunların önlenmesi ceza-i yaptırımlarla değil (Elbette caydırıcı etkisi vardır ama gönül ister ki herhangi bir ceza olmadan kişinin doğrudan kendine yakıştıramamasından kaynaklanan engelleme olsa) kişinin kendi ahlaki değerleri ile olabilecek kavramdır. Örnek vermek gerekirse; "Beşiktaş İnönü Stadını" dolduran binlerce kadın küfür etmiş ve bu medyada nerdeyse hiç ilgi görmemiştir. (Kolektif olarak gerçekleşen bir eylem olmadığı için, bu durum gözümüze çok masum gözüküyor sanırım) Yani futbolun içinde erkek olmasa da şiddet vardır. (Küfürü psikolojik şiddet olarak gördüğümü belirtirim)

Görsel ve yazılı basının futbol dışında (Çok büyük bir başarı elde edilmediyse) herhangi bir spor alanı üzerine haber ayırmaması sorunun bir başka tarafı olarak karşımıza çıkıyor. Aynı Dil-Din ve Irk mensubu kişilerin, söz farklı takımların taraftarlığına gelince birbirlerine karşı nasıl canavarlaştığı; “Futbol halkın afyonudur” cümlesini kurmama olanak veriyor. Geçmişe baktığımız zaman tarihin de futbolu çok sevdiğini görürüz. Örnekle açıklamak gerekirse; "Beşiktaş İnönü Stadyumu" "Abdülmecid" döneminde Tiyatro binasıyken (Dolmabahçe Saray Tiyatrosu) bütçe kısıntısı nedeniyle kapatılmış, daha sonra çıkan yangında ise kullanılamaz hale gelmiştir, ilerleyen tarihler de ise yetkililerin burayı restore etmek yerine, yıkarak yerine futbol sahası yapması, futbolun kültür miraslarımızı yok ettiği ve başta kişisel olmak üzere toplumun aydınlanmasının da önüne geçtiğinin en büyük kanıtıdır. Görülmektedir ki futbol bizim kültür gelişimimizde engelleyen bir icraattır.

Aşırı futbol fanatikliği, bir ait olma isteği, herhangi bir çatının altında varlığını kabul ettirme çabası ve benimde bir görüşüm, zevkim ve tercihim var diyerek sosyalleşmenin en kolay ve kestirme yolu olarak düşünülerek psikolojik bir vakanın ortaya çıkardığı sonuçtur. (Futbol ile ilgilenmediğim için çoğu kişiyle sohbet edemediğimi bilirim. Bunun altında ise; aşırı fanatik kesimin, genelde başka bir ilgi alanına merak duymamaları ve bunun da bizim ortak pir paydada birleşmemizi engellemesi yatar.)Oysa kendimize ve Dünya’mıza faydalı uğraşları benimsememiz daha mantıklı ve karlı olacaktır. Futbolu ise gerçekte olduğu gibi sadece spor olarak düşünüp bir eğlence anlayışı olarak değerlendirmemiz, hem kendimizin ruh sağlığı hem de toplumun huzuru ve gelişimi açısından daha faydalı olacaktır.

Son olarak belirtmek isterim ki; İnsanların ilgi alanına ve zevklerine karışmak ne benim haddime düşer nede üzerime vazife. Sadece şunu söylemek isterim; her alanda olduğu gibi burada da aşırılığa kaçmadan, kontrolü kaybetmeden, hoşgörü ve barış anlayışının egemenliği ile şiddetten uzak bir tutum sergileyip, seyir eylemimizi gerçekleştirmek…

11 Mart 2012 Pazar

Türk Ailesi ve Ataerkil düzenin temelleri ...

Türk ailesi ve onun yarattığı ataerkil toplum düzeninin kaynağı aslında çok eskilere, çocukluk dönemimize kadar uzanır. Bu evrede aile bireylerinin çocuğun bilinçaltına yolladıkları bilgiler onun kişilik oluşumunda büyük yer kaplar.

Dünya görüşümüz, iyi-kötü algımız ve değer yargılarımız belirli bir olgunluğa eriştikten sonra şekillenmeye ve daha sonra tamamıyla bir resim haline gelip değiştirilmesi güç bir tablo olarak benliğimizde yerini almaya başlar. Bunun oluşmasında okuduğumuz kitaplar, birlikte olduğumuz arkadaşlar (Bana arkadaşlarını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim atasözünü bütünüyle olmasa da çoğu zaman doğru bulmuşumdur) Sosyo-Ekonomik konumumuz, toplumsal olaylar ve şartlar olmak üzere geniş ve kapsamlı bir oluşumun sonucunda elde edilir. En büyük payın ise kişinin kendini geliştirebilmesi, yaşamın, gerçekte-özde olan kavramlarını bünyesine sindirebilmesi ve bunu hayatına uygulayabilmesi yolundan geçtiğini düşünüyorum. (Kendini geliştirmekten kasttım elbette bilgi olarak düşünülebilir ama bütün olarak bunu kast ediyorum dersem düşüncemi yanlış ifade etmiş olurum, tıpkı büyük Türk düşünürü, Mutasavvıf halk şairi “Yunus Emre’nin dediği gibi; “Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep, dediler ilim geride, illa edep illa edep.” İşte edep en az ilim kadar önemli olmalı hayatımızda)

Buraya kadar insanın birey olarak var olduktan sonra göstereceği tutumun nedenlerinin nereye kadar uzandığını kısaca anlatmaya çalıştım.(Yaptığım açıklama çok yüzeysel ve dar bir anlatımdır oysa bahsi geçen konu çok derin ve detaylı şekilde ele alınmalı, fakat ben yazımın konusunun dışına çıkmak istemediğim için bu görüşlerimi burada noktalıyorum)
Şuan hangi konumda olursak olalım, hepimiz bir zamanlar çocuk olduk ve ailemizin bizi istediği şekilde yönlendirmesine izin vermek zorunda kaldık. Türk ailelerini batı ailelerinden ayrı bir yere koyuyorum (Sahiplenme bizim çekirdek aile yapımızda daha yaygındır fakat bunun dozu, çocuğun kişilik gelişimi ve özgüveni açısından iyi ayarlanmalıdır) fakat eleştirilecek birçok yönü olduğunun bilincinde olarak, kız-erkek çocukları üzerinde gösterdikleri tutuma değinmek istiyorum.

Dölün ana rahmine düşmesi ve kadının artık bir anne adayı olduğunun öğrenilmesiyle birlikte evde tatlı bir telaş ve heyecan başlar. Yavrularını kucaklarına alma arzusu giderek artmaya devam ederken, bu dönemde cinsiyet fazla düşünülmez ve yeter ki sağlıklı olsun fikri ön planda tutulur (Bazı kesimlerde maalesef bu tam tersi şekilde işler ve erkek çocuk soy devamı olarak nitelendirildiği için tercih edilir) Çocuk Dünya’ya geldiğinde cinsiyeti üzerinde pek durulmaz ve cinsel kimliği o an için önemsiz bir detay olarak kalır. Çocuk büyümeye başladığında, cinsel uzvu belirginleşip kimlik kazanacak seviyeye ulaştığı anda ailenin devreye girmesi de kaçınılmaz bir son olarak karşımıza çıkar. İşte tam bu noktada bilinçaltına (Ailenin eğitim seviyesi ve davranışları çocuğun gelişmesinde çok önemli yer tutar) Eğer çocuk erkek olarak Dünya’ya gelmiş ise aile büyükleri büyük bir gururla onun cinsel uzvuna övgüler yağdırmaya başlayarak adeta onu kutsallaştıracaktır. Amcalar, Dayılar, Abiler ve tabi baba, çocuğa penisini göstermesi için talimat verecek ve aile fertleri çok ilginç bir olaya şahit olmuşlar gibi bu “an”a kilitleneceklerdir.(Bu kadar yetişkin insanın bir araya toplanıp bundan haz duyması bana hep komik gelmiştir)

Çocuk yetişkin oluncaya kadar bu eylem defalarca tekrar eder ve bilinçaltına şu mesaj yollanır; Erkek penisi ulu orta gösterilecek bir organ ve bende buna sahibim öyle ise bende doğuştan gelen ve çıplaklık yoluyla kazanılmış bir özgürlük, rahatlık söz konusudur. Bu onu ilerde baskıcı bir erkek olarak var edecek ve üzerine sanki ateşten bir gömlek gibi geçip başta kendisi olmak üzere etrafını yakan bir zihniyet olarak toplumda kabul görecektir. Tekrar çocukluk dönemine dönersek, bu kez: Yengeler, Halalar, Teyzeler, yani evin kadınları erkek çocuğu ön planda tutup “Sen ilerde çok can yakarsın” gibi korkunç ve gelecekte bütün kadın-erkek eşitsizliğinin temelini oluşturan cümleyi ağızlardan çıkartacaklar ve çok zaman geçmeden erkek kendini otorite konumuna getirecektir. (Kız ve Erkek kardeşlere baktığımız zaman erkeğin üstünlük taslaması ilk olarak evin içinde kardeşe karşı başlar) Böylece kadın kendi elleriyle ve diliyle ataerkil bir toplum düzeni yaratmaya başlar. Basit ve masum gibi görünen bu cümlenin altında şu anlam yatar; Sen ilerde olabildiğince kızla birlikte olacaksın ve onların duygularını hiçe sayarak tamamen kendi zevkine teslim olacaksın. (Kızlar, potansiyel av, erkekler ise avcı sıfatına ulaşmış olur böylece) Evin kadınlarından bunu duyan çocuk, olabildiğince çok kadınla birlikte olmanın gurur ve üstünlük kaynağı olduğunu düşünür ve kendini buna inandırır. Kadın artık cinsel bir obje olarak bireyin beynine henüz çocuk yaşta kazınmıştır. Daha öncesinden evin erkeklerinden penisini göster lafını işiten çocuk artık iyice rahatlamış ve dört bir yandan vizesini almıştır. Bu da gelecekte yaşanan aldatmalar, kadına karşı işlenen cinayet-şiddet (Erkekler henüz çocuk yaşta kendini kadınlardan üstün görmeye başladıkları için olası bir itaatsizlikte ona şiddet uygulamayı bir görev ve hak olarak niteleyecektir.) çok eşlilik (Erkek kaynaklı) gibi toplumsal ve ailesel facialarının zeminini hazırlayan etken olarak karşımızda dev bir kütle gibi belirir.

Kız çocuklarına gelince, onlar küçük yaştan itibaren saklanmış, gizlenmiş, ayıp gibi kavramlarla susturulmuş, psikolojik bakımdan ezilmiş kişiler olarak yetiştirilir ve bunu zamanla kendiside benimseyip, sindirmiş olarak toplum içine karışır ve yaşamına devam eder. (Aksi olsa bile erkek egemen toplumda derhal susturulacaktır)Kadınlara burada düşen en büyük görev ise kendilerini eğitip, fiziksel ve psikolojik olarak geri planda kaldıkları erkeklerin önüne, bilgileri ve kültürleri ile çıkmaları. Cehaletten arınmış, ilim ile beslenmiş bir kişinin önünde hiçbir gücün duramayacağı somut bir gerçektir. Ataerkil sistem ancak bu şekilde yok edilebilir. Kadınların kendilerini erkeklere karşı korumasını, kadını sadece cinsel eğlence aracı olarak gören erkeklere karşı uyanık olup ilişki tercihlerini belirlerken fazlasıyla dikkat etmeleri ve bu konulara önem vermeleri gerektiğini, gelecekte yaşayacakları olası bir travmanın önüne geçebilmek adına belirtmeyi kendime bir görev olarak görüyorum. Unutmayalım ki ilkelerine bir kez olsun ihanet ettikleri takdirde zaten gerisinde kaldıkları erkeklerin ezici bir ambargosu ile karşılaşacaklardır. (Kadınlık en kutsal ilkedir, bunun hakkının verilmesinin, ona uygun yaşanmasının önemini belirterek kadın olmanın asilliği üzerine vurgu yapıyorum) Güçsüz duruma düşen kadının pederşahi toplumun içinde kendini bulması kaçınılmaz bir son olarak karşımıza çıkacaktır.

Son olarak; gerek Polijiniyi, gerek Poliandriyi son derece tehlikeli buluyor, (Bunlar toplumun çürümesine yol açan iki büyük terimdir) Monogamiyi destekleyerek, Pederşahinin, Maderşahinin olmadığı, Modern-Eşitlikçi Demokratik bir toplum düzeni hayal ettiğimi belirterek yazımı noktalıyorum ...

8 Mart 2012 Perşembe

İnsan haklarına inat yaşasın organizma hakları ...

Belki başlığımın ismi size ilginç, belki de saçma gelmiştir ama hemen ön yargılı olmayın derim. 21. Yy’ da Ulus-Devlet anlayışından çok, birey hakları ön planda tutulur ve insan özgürlüğü onun temel hak ve hürriyetleri göz önünde bulundurulur. (Geri kalmış ülkelerde tam tersi durum söz konusudur ama biz burada olması gereken üzerinden yorum yapıyoruz)
İnsan doğası gereği düşünen, akıl sahibi (En azından öyle olması beklenir, fakat günümüzde tablo tam tersi bir şekilde karşımıza çıkabilir, bunu görmek için günlük hayatta kısa bir gözlem yapmak yeterli olacaktır) bir varlık olduğu için canlı türünün en üst sınıfı olarak kabul edilir: adeta kutsallaştırılır, yani canlı türleri içinde bir hiyerarşik düzen mevcut bunun en üstün haklarından da homo-sapiens türü nasibini alır. Tabi hiyerarşik düzen insan türünün içinde de katmanlara ayrılır ve çeşitli sınıflara bölünür, yani tam bir eşitlik söz konusu olamaz. (Bu ayrı bir tartışma konusu olduğu için şimdilik buna değinmeyeceğim)

Asıl anlatmak istediğim konu ise doğada var olan milyonlarca organizmanın hak ve hürriyetleri ne olacak? Onların yaşama haklarını kim savunacak? Dili olmayan ve dertlerini anlatamayan bu canlılar birleşip kendilerini savunmaya kalkışacak bir platformun içinde bulunmadıklarına göre (Vahşi yaşam koşullarında varlığını sürdüren canlıların fiziksel gücünden bahsetmiyorum elbette, zira o insanoğlunun vahşiliği karşısında lafı bile edilemeyecek kadar gerekli olan bir korunma içgüdüsü ve doğa kanunudur) onların haklarını da çok güçlü ve üstün olarak gösterilen insanların savunması gerekmez mi? Yoksa burada da bir çeşit sosyal -  darwinizm anlayışı mı söz konusu? Biz daha iyi şartlar altında yaşayacağız, zenginleşeceğiz, rahatlık içinde varlığımızı sürdürüp bolluk ve refah ile günümüzü gün etmek için (Kişisel menfaat ve benlik anlayışı) doğadaki canlılara eziyet edeceğiz ve bunun adına modern yaşamak diyecek kadar da duyarsız ve acımasız bir zihniyetin eseri olan bir dünya inşa edeceğiz, bununla da büyük bir gurur duymaktan hiç utanmayacağız.

Geçmişte yok olan çeşitli hayvan türleri yine bizim bitmek bilmez ihtiyaçlarımız için yok olmadı mı? Tükenmekte olan onlarca canlı türüne ne demeli? (Dünya Doğayı Koruma Birliği'nin (IUCN) 2006 raporu, insan kaynaklı suistimaller sonucu 784 türün dünya üzerinden tamamen yok olduğunu ve 16.119 hayvan türünün tükenmekte olduğunu göstermekte. Sadece 2006'da listeye 530 türün eklenmiş olması canlı türlerinin ne büyük bir tehdit altında olduğunu gösterir.) bu durumda en masum olanımız bile birer cani ve katil değil mi? Yoksa “aman nasılsa onlar hayvan bize hizmet etmek için varlar” düşüncesine mi hakimsiniz sizde? Bana kalırsa bu duyarsız davranış ile bir insanın evine hırsızlık için girip karşılaştığı ev sahibini öldürdükten sonra kaçan bir mahlûk arasında pek bir fark yoktur. Her ikisi de aynı derecede merhamet özelliklerini kaybetmiştir. Sadece hayvanlardan bahsettiğimi sanmayın; bitkiler, toprak, taş, kaya, güneş vs. bütün bunlarında yaşamda aynı derecede hakları vardır ve insanlara bu hakları çiğnemek gibi bir hak verilmemiştir. Hepsine aynı derecede sevgi ile yaklaşmak gerçek insana yakışan davranış olacaktır. İşte insan gerçekten özel bir varlıksa ancak bu özelliği ile özel kılınmalıdır.

Sokakta yürürken kendisine hiçbir zararı olmamış (Zaten nasıl bir zarar verebilir ki yada boyutu ne olabilir?) masum bir kediye, toplumda yer edinememiş ezik ve looser kişiliği yüzünden tekme atıp geçen yaratığa mı insan deyip onun haklarını savunacağız? (Toplumda bu tip insanların sayısı maalesef azımsanmayacak kadar çoktur) yada horozları midesi biraz daha şişsin, dünyevi zevklerden daha fazla nasibini alsın diye vahşice dövüştüren insanların hakları mı savunulacak? Başka bir örnek vermek gerekirse; İspanya’da ki boğa güreşleri tartışılabilir … Ben bu geleneği halen anlayabilmiş değilim. Bir hayvana eziyet etmek nasıl eğlence anlayışı olabilir ve her sene tekrarlanır? Dünya ise buna sanki normal bir olaymış gibi bakar ve TV’lerde her yıl o dönem gelince büyük bir yankıyla adeta gözümüze sokup normalleştirirler, bunları anlamak gerçekten bana çok zor geliyor. Peki, insan kendinde bu yetkileri nereden buluyor? Sanki yaşam sadece onlara verilmiş bir armağan geri kalanlar ise yok edilmesi gereken bir meta yığını. Sadece bunlarda değil; ağaçları ateşe veren, ormanları rant sağlamak için yakan, bitkileri öldüren kişilere hiç değinmiyorum bile, hepsi eşit derecede işlenmiş birer cinayettir!

İnsanlık büyük bir hızla acımasızlaşmaya devam ediyor, artık kendi türünü yok etmek dahi ona yetmemeye başladı ve doğada nefes alan her canlıyı öldürmeyi - parçalamayı kendine bir görev olarak benimsedi. Temennim insanlık içinde bulunduğu bu acımasız ve vahşilikten bir an önce kurtulsun. Hoşgörü, saygı ve adaletin kollarına bıraksın kendini. Unutmayalım ki insanlık kendini bir şekilde savunabilir ama bu güçsüz varlıklar insanın merhametine muhtaçtır. (Doğada ki organizmalara şefkatle yaklaşan birinin zaten insanlığa zarar vermesi mümkün olamaz) Onlara yardım etmeyi kendimize bir yük olarak görüyorsak en azından zararda vermeyelim ve doğanın akışına müdahil olmayalım.

Yazımın son cümlelerini sizlerle paylaşırken, kalbinizden merhamet eksik olmasın diyor ve konuyla alakası olduğunu düşündüğüm için, Dostoyevski’nin “Bir ağacın önünden onu sevmeden, onun var oluşundan mutluluk duymadan geçilebileceğini aklım almıyor” sözünü paylaşıp yazıma son veriyorum. Hepinize daha yaşanabilir bir dünya dilerken bunun için her birimize büyük bir sorumluluk düştüğünü de hatırlatıyorum…

Sevgiler…

7 Mart 2012 Çarşamba

Çok kadın hiç kadındır ...

İstanbul Devlet Tiyatrosu oyunlarının sıkı bir takipçisiyim desem abartmış olmam herhalde, DT’nin oyunları ve oyuncuları her zaman beğenimi kazanmıştır, içerik olarak klasik ağırlıklı bir çizgi izlemesi ve oyuncularının kaliteli ve meslekte saygınlık kazanmış kişilerden oluşması bunda büyük etken sanırım…

Bugün çağdaş bir oyun tercih ettim izlemek için, “Cezmi Ersöz”ün 2007 yılında yazmış olduğu “Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk” oyununu, Küçük Sahne’de izledim. Tek perdelik oyun, tüketim çağı olan dünyamızda ilişkilerinde artık hızla yaşanıp hızla bitmesini ve bunun hayatımızı aslında nasıl yalnızlaştırdığı üzerinde duran bir oyun. “Kürşat Alnıaçık”ın tek başına sergilediği muhteşem oyunculuk performansının üstüne modern dans eğitimi almış olmanın estetikliği ile yer yer konuşmaları görsel figürlerle ifade etmesi salonda ki herkesi etkiledi.

Oyun, sevgililer gününde gelmeyen bir sevgili ve adamın kendisiyle, geçmiş ilişkileriyle olan hesaplaşmasını anlatıyor diyebiliriz kısaca. Yaşadığı kısa süreli ilişkiler, aldatmalar, sadakatsizlik ve iç hesaplaşması, pişman olmak gerçekten değişmekten kolay mıdır? Diye soruyor bize…

İlişkilerinde davrandığı tutum yüzünden sürekli terkedilmeye mahkum kalan bir adam, sonunda Elif isminde bir kadına aşık olur, fakat ilgisiz, kıymet bilmez tavırlarının cezasını çok acı bir şekilde üstelik özel denilen bir günde ödeyecektir. Bunalımın eşiğinde bu adam gerçekten aşık mıdır? Yoksa kadın karşılıksız bir şekilde onu sevdiği için mi adam kendini aşık hisseder? Aşk yoğun bir duygu patlaması mı? Bir ait olma isteği midir? Birazda bunu soruyor oyun bize, bu soru elbette herkesçe değişen bir tanım bulacaktır kendi içinde, ne olursa olsun ben bir erkeğin gözyaşlarını her zaman kutsal bulmuş ve hafife alınacak bir durum olarak görülmesinin karşısında olmuşumdur.

Oyunda ise pişmanlık, gözyaşı, kendiyle yüzleşme ve aşk var. Üzen, üzülen, tüketen bir adamın sonunda kendi tükenmişliği ve yıkımı duruyor karşımızda. Herkesin benliğinde bir şeyler bulacağı bir oyun olduğunu düşünüyorum, çünkü her birimiz yalnız ve mutsusuz, en azından hayatımızın bir döneminde bu duygulara kapılmışızdır, daha kötü olan ise kalabalık içinde yalnız olmak… Bu oyunda işinde başarılı entelektüel bir yazar olan Sinan, sosyo –ekonomik olarak yüksek sınıfta bulunmasına ve etrafında onca insan olmasına rağmen yalnızlıktan, (bana sorarsanız kişisel tavırları sebebi ile) kurtulamamış bir adamın öyküsü…

Son olarak yazar, “ hayatın neresinden dönersen kardır” deyip henüz 29 yaşında intihar eden şair “Nilgün Marmara ”ya da selam yollamadan edememiş. Zaman zaman seyircinin arasından çıkan, sokaklarda yaşayan, alkolik ve yalnızlığın somutlaştırıldığı karakter ile kısada olsa rolü bulunan “İsmail Kavrakoğlu”nun adını vermek elbette gerekli olacaktır, fırsat bulduğunuz zaman bu anlamlı oyunu gidip görmenizi tavsiye ederim.

Sevdiğiniz kadar sevilmeniz dileklerimle…

Ölüm Tarlası ...

Evet… İsmi kulağa ürkütücü gelse ve bir film izlemek için heyecan verici olsa da içeriğin bu kadar vahşi olmadığını belirtip ön bir giriş yapayım. Bugün vizyona giren yeni bir filmi izledim. Klasik bir Amerikan polisiye izlenimi bırakmasına rağmen yaşanmış bir olaydan alıntı olması beni sinemaya çeken bir etken oldu.
 
Texas Eyaletinde 2 dedektif; Mike Souder (Sam Worthington), Brian Heigh ( Jeffrey Dean Morgan) kadın kurbanların bedenlerini çalılıklara atan bir seri katilin izini sürerler. Bulunan 60 kadın cesedi vardır, fakat katil bu kez yön değiştirerek kendilerini izleyen dedektifleri hedef almaya başlar.

Son olarak; Kasabada yaşayan ve ailesi ile sorunları olan “Anna” isminde küçük kız katiller tarafından kaçırılmış ve kurban konumuna gelmiştir. Polisler küçük kızı adeta zamanla yarışarak kurtarmaya çalışırken beklenmeyen bir olay olur ve dedektif “Brian” ortadan kaybolur. Küçük kızı öldürmek isteyenler şüpheli konumda olan katiller mi? yoksa başka birileri mi? İşte burada tam bir karmaşıklık söz konusu olmaya başlar ve işler iyice düğümlenmiş bir hale gelir.

Mike küçük kızı kurtarabilecek mi? Brian kim tarafından hedef haline geldi? Yoksa ortada başka katiller mi var soruları, izleyici olarak kafamızda dönüp dururken bir anda kendimizi filmin sonunu merakla bekler haldeyken buluyoruz.

Amerika’da ekim ayında vizyona giren “Teksas Ölüm Tarlası” aslında bize şu mesajıda verip düşünmemizi sağlıyor; Avcıyken av olmak mümkün mü? Bana sorarsanız bu ikisi birbirine çok yakın iki kavram, kimin av kimin avcı olduğu hiçbir zaman bilinemez, tıpkı bu filmde olduğu gibi, kendinizi avcı olarak görürken bir anda av konumunda olabilirsiniz ve bunu fark ettiğiniz anda yapacak hiçbir şeyiniz kalmamış olur… “Ami Canaan Mann”ın yönetmenliğini yaptığı bu filmin; Gerçek bir olaydan esinlenilmiş olması ve sıkmadan kendini izletmesi sebebiyle, görülmesi gereken bir yapım olarak ön plana çıkıyor.

Herkese İyi Seyirler...

4 Mart 2012 Pazar

Anlamıyorum ...

İşte bu kelime ile başlıyordu film, belkide hayatın çözümsüzlüğünün dışavurumuydu bu. Japon sineması ile ne derece ilgilisiniz bilmiyorum ama hasbelkader sinemaya ilgi duyanların bile mutlaka bildiği bir isimdir; “Akira Kurosawa”… Yazımın başlığını oluşturan kelime ise sinemanın dehası olan bu adamın “Rashomon” filminden.

Sene 1950, 2.Dünya savaşının hemen ardından, ustanın dönemin şartlarına göre son derece başarılı olan, siyah – beyaz bir filmi “Rashomon”

“Ryunosuke Akutagawa”nun aynı ismi taşıyan öykü kitabından senaryolaştırılan bu film, insanın kendi çıkarları uğruna nasıl günaha batacağını anlatıyor. Ben (Ego) duygusu insan var olduğundan beri onu bir canavara dönüştürmüştür. Kendi günahını örtüp, menfaatleri için suçunu başkalarının üzerine yığıp kendini adeta suçsuz bir melek gibi göstermek, iki ayaklı canavar olan insana özgü bir davranış olduğu bilinen bir gerçek. Bu film ise tamda bu saydıklarımı görselleştiriyor diyebilirim.

Masako Kanazawa (Machiko Kyo), kocası Takehiro Kanazawa (Masayuki Mori) ile ormanda ilerlerken haydutluğu ile nam salmış Tajomaru (Toshiro Mifune) ile karşılaşırlar. Haydut, adamı kandırarak onu ağaca bağlar, kocasının önünde kadınla birlikte olur ve adamı öldürür, işte olay bundan sonra başlar. Kadın tecavüze uğradı mı? Adamı gerçekten haydut mu öldürdü? Bütün bunlar tam bir bilinmezlik içinde cereyan eder ve düğüm gittikçe körleşmeye başlar. Haydut, kadın, Ormancı (Şahit) ve adamın ruhu (medyum aracılığıyla) verdikleri savunmada her biri olayı kendine göre yorumlayarak anlatır ve ortaya 4 farklı senaryo çıkar…

“Kurosawa”nın yardımcıları bu senaryoyu ilk okuduklarında anlamadıklarını söylerler, usta ise onlara bir kez daha okumalarını belirtir, çünkü senaryo bize doğrunun soyut olduğunu, herkesin kendine göre değiştirebileceğini ve tam anlamıyla bilmenin güç olduğunu ifade eder…

Teknik, Kurgu, Açı, Kadraj, jilet gibi kayan kamera anları, “Kurosawa”nın ne denli büyük bir yönetmen olduğunu bize gösteriyor. Japon müzikleri yerine, Otantik Arap melodilerini andıran müzikler ise ilginç bir hava bırakmış filmde. Ayrıca; “Kurosawa”nın meşhur yağmur sahneleri bu filmde yine etkileyici bir rol oynamış. Yönetmenin, çekimlerden önce oyunculara vahşi hayvan belgeselleri izletmesi, dövüş sahnelerinde onları insandan çok birer hayvanmış gibi resmetmesi, Homo-Sapiens türünün tinsel boyutlarına inmek istemesinden kaynaklanmış olabilir diye düşünüyorum. (Özellikle haydut’ un genele yayılan hal ve hareketleri insandan çok uzak bir tutum sergiler) 

İnsanın; yalancılığı, egosu, zaafları ve hayvani dürtüleri üzerine kurgulanmış başarılı bir yapım, film bittiğinde ise içimizde küçük bir umut kalıyor insanlık adına. İnsanın insan ile yüzleşmesi için bir fırsat olarak görüyor ve izlemeyenler varsa aranızda, mutlaka tavsiye ediyorum. Fakat şunu belirtmekte yarar görüyorum ki filmi günümüz penceresinden değil, dönemin şartlarına göre izleyin.

Herkese iyi seyirler…